Kahve Sürüşü: Sunay Akın

Kahve Sürüşü: Sunay Akın

Bisikletle ilk tanışmanız nasıl oldu?

Benim bisikletle ilk tanışmam Trabzon’da, aslında çok talihsiz bir şekilde oldu. Babam ağabeyim ve bana bir bisiklet aldı. Şimdi iki kardeşe bir bisiklet alınmaz, çünkü bu, o bisiklet büyük olanındır demektir ve ben küçük olan çocuktum. Büyük trajedidir bu. Büyük talihsizliktir. Trabzon zaten yokuş bir yer, Trabzon sokakları bisiklet binmeye hiç elverişli değil. Bütün sokaklar dik bayır. Ağabeyimle birlikte Trabzon sahiline inmeyi beklerdik bisiklete binelim diye. İlk kez o Trabzon sahil yolunda bisiklete bindim ben, bisiklete binmeyi orada öğrendim. O yıllarda yüzmek ve bisiklete binmek bir çocuğun en büyük iki hayaliydi. Yüzmeyi ve bisiklete binmeyi aynı yerde öğrendim. Ama bisiklete daha çok ağabeyim biniyordu. Ben onun artık bıkmasını bekliyordum. Tabi o da bıkmıyordu, vazgeçmiyordu. Bisikletin tekerleklerini o rengarenk grafon kağıtlarıyla süslerdik. Çıkartmalar vardı o yıllarda. Bisikletin çamurluklarına o çıkartmaları yapıştırmanın zevkini hala anımsıyorum. Büyük bir mutluluktu, bisikleti süslemek.
Sonra İstanbul’a geldik, Harem semtine taşındık. İstanbul’da ilk gün annem kamyondan boşalan eşyaları yerleştiriyordu. Ağabeyim ve ben daha küçüğüz, bizim ayak altında dolaşmamızı istemiyordu annem. “Sokağa çıkın oynayın” dedi bize. Sokağa çıktık. Harem’de Şerif Kuyusu Sokağı’nda köşede bir bakkal vardı. Elvan Bakkal, adını hiç unutmam. Onun önünde yedi sekiz tane çocuk sohbet ediyor, gazoz içiyorlardı. Ağabeyim çocuklara doğru gitti. Ama ben duvara dayalı beyaz bisikleti gördüm. Ben bisiklete doğru gittim. O güne kadar almadığım bir kokuyu duydum. Hanımeli kokusu. Duvarın üstünde hanımeli çiçekleri vardı. Müthiş güzel bir koku. Polo marka bir bisikletti. Hayran hayran bakıyorum. Bir ses duydum arkamdan, “Binmek ister misin?” dedi. Bir dönüp baktım, kendimi sinemada sandım. Çünkü Trabzon’daki sinemalarda beyaz perdede gördüğüm, çocuk film yıldızı Ömercik tam karşımda duruyordu. Bisiklet onundu. Binmek ister misin deyince ben tabi evet dedim ve bisikletine bindim. Filmlerinde olduğundan çok daha iyi kalpli bir çocuktu Ömercik. Bisikletini bana vermişti, daha doğrusu bende duruyordu. Bizim apartmanın girişinde duruyordu, ben oraya park ediyordum ve hep benim binmeme izin veriyordu. Sadece bir kız arkadaşı vardı. Aşık olduğu bir kız. Onun sokağından geçerken “ben bineceğim” diyordu. İstanbul’daki ilk arkadaşım bisiklet sayesinde oldu ve o da Ömercik’ti. Film gibi yani.

O yıllarda bisiklet kullanımı ne kadar yaygındı?

Selimiye İlkokulu’nda okurken, okulun önünde toprak bir futbol sahası vardı. O futbol sahası şimdi hala var ama artık çimlendirilmiş. O toprak futbol sahasının etrafında bisiklet kiralanırdı. Keza Bağlarbaşı’nda da bir futbol sahası vardı. Biz orada da bisiklet kiralayıp binerdik. Benim için İstanbul’da bisiklet dönemi kiralık bisiklet dönemidir. Bisiklet kiralardık ve bisiklet o yıllarda çok kolay erişilen bir şey değildi.

Ancak varlıklı ailelerin çocuklarında bisiklet olurdu. Bugün öyle değil. Benim için çok sevindirici. Sonra bir dönem Yeşilköy’de oturduk. Yeşilköy tam bir bisiklet semtiydi. Binlerce bisiklet vardı sokaklarda, herkes bisiklete biniyordu. İstanbul’da pek çok kültürden insanların oturduğu bir semtti. Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların olduğu bir semt. Çağdaş, demokrat, dönemin ilerisinde bir semtti. Bisiklet kentli olmayı gerektiriyor. Demokrasi kültürünü gerektiriyor. Orada bisiklete bindiğimi bilirim. O da şöyle, komşumuzun pek çok bisikleti vardı. Biraz sayfiye yeriydi. Komşumuza kalmaya geldiklerinde misafirlerin çocukları binerdi bu bisikletlere. Çok iyi insanlardı ve binmedikleri bisikletleri bizlere verirlerdi. Bu çok görülen bir şey değildi. Bisiklet çok verilmek istenmezdi. O dönemde ödünç bisiklete binerdim.

undefined

Çocukluğunuzdan sonra nasıl gelişti?

1977 yılında Göztepe’ye geldim. Buranın ilk büyük apartmanlarından birinde oturuyorduk, Şenel Apartmanı. Elli iki tane daire vardı. Elli iki dairede bir tane bisikleti olan çocuk vardı. O da bir kızdı, Candan diye bir arkadaşımız. Yani yaygın değildi. O dönemden sonra bisikletten mecburen koptum. Bisiklet çocukluğumun güzel anılarında kaldı. Bu; kentin planlanmasında bisiklete yer verilmemesi, bisikletin değerinin anlaşılmaması, anlatılamaması nedenleriyle oldu. Kent planlaması sadece mimari planlama değildir. O, rantçılığa neden oldu işte. Kenti planlamak demek bisiklete yer açmak demektir. Bugün bisiklet insana mutluluk verir, sağlık demektir, özgürlük demektir. Şu anda İstanbul’da hiçbir yere gitmek istemiyorum. Çünkü her yerde trafik sorunu var. Ama İstanbul bisiklete uygun bir kent olsaydı, eğer bisiklet yolları bisikletle ulaşım için yeterli olsaydı, belki şu an da beni burada kimse bulamazdı çünkü bisikletime atlar giderdim. Bugün bunu çok tehlikeli buluyorum açıkçası. Örneğin, Kozyatağı’nda bir bisiklet yolu yapıldı. Kısacık bir parkur. O kadar yalan yanlış ki bir yerde aniden başlıyor ve bir yerde aniden bitiyor. Niye orada başlıyor? Niye orada bitiyor? Bu soruların yanıtı yok. Ne yazık ki çok göstermelik olarak kabul ediyorum.

Gelelim bisikletle ilgili çalışmalarınıza. Çalışmalarınızda sizi en çok etkileyen neler oldu?

Benim şiirlerimde, düzyazılarımda hep bisiklet vardır ve diyorum ki bisikletten en çok söz eden yazarlardan biriyim. Bisiklet benim dünyamda hep var. Burada Cavit Cav’ı anmalıyız, Cavit Cav 1928 Amsterdam Olimpiyatları’nda pedal çevirmiş, bizim ilk bisiklet atletimizdir. Bisiklet hakkında beni en çok Cavit Cav etkilemiştir. Daha önce 1924 Paris Olimpiyatları’na gitmişti bisiklet takımımız ama yarışamamışlardı. Niye? Çünkü bisikletleri yoktu. Bisiklet bulamamışlar, geri dönmüşler. Ama Amsterdam’da Cavit Cav yarışıyor. Pek çok uluslararası dereceler alıyor bisikletle. Dahası şu, ilk yerli bisikleti üretiyor. Neden bizim ülkemizde insanlar bisiklete binmesin kaygısını güdüyor ve “Cav” markasını kurarak yerli bisiklet üretiyor. Bu anlamda çok önemlidir Cavit Cav.

Bisikletin halkın arasında kullanımı nasıl yaygınlaşmaya başlamıştır?

Ben bisikletle ilgili çalışmalar yaparken şunu gördüm. Nasıl İstanbul bir zamanlar atlıların yani atların İstanbul’u ise daha sonra nasıl atlar adalara çekilip adalara mahkum olduysa, bisiklet de aslında adalardan başlamış. Sonra İstanbul’a gelmiş. Yani belli bir ekonomik seviyesi olan belli bir kültür düzeyi olan, demokrasi anlayışında olan insanların ulaşım aracıydı bisiklet. Adalar da buna çok uygundu. Sonra İstanbul’a yayıldı. İlk bisiklet kiralama olayı da şöyle başlamıştır; Sultanahmet ile Ayasofya arasında bir futbol sahası vardı. Bilinmez. İlk futbol maçları da Taksim’deki Topçu kışlasında değil, oradaki futbol sahasında oynanmıştır ve ilk kiralık bisiklet olayı da orada gerçekleşmiştir. Yani uzun bir dönem bisiklet kiralık olarak futbol sahalarının etrafında kendini göstermiştir.

undefined

İlhan Şeşen tarafından İstanbul Oyuncak Müzesi’ne hediye edilen bisiklet

Çalışmalarınızda bisikletle ilgili ne tür bilgilere ulaştınız?

İlk bisiklet şiirini Tevfik Fikret yazmış. Bisiklete karşı çıkan politikacı da Hasan Ali Yücel’dir. Bisikleti sevmezdi. Ben bunu oğlu Can Yücel’e sordum. Hocam dedim; “Babanız neden bisikleti sevmezdi?” “Sunay, benim babam Türk politikacısı, Türk politikacısı dik durmayı sever.” Tabi Can Yücel bir şiirinde der ki “Aşk bir velosipettir.” Aşkı bir bisiklete benzetir. Bu şiirin bende bir el yazısı var orijinal. Sonra o şiiri kitabına aldı Can Yücel ama ilk yazdığında onun yanındaydım ben. Rica ettim, o ilk yazdığı el yazısını ben aldım. Kitaptaki hali biraz daha değişik.

Bisikletle bilinen ilk dünya turunu gerçekleştiren Thomas Stevens’ın Osmanlı topraklarında yaptığı yolculuk notları ülkemiz için iç açıcı değil. Osmanlı döneminde bisiklete bakış açısı nasıldı?

At arabası, II. Mahmut’a kadar sadece saraya ait bir araçtı. II. Mahmut herkesin at arabasına sahip olmasına izin vermiştir. Bu Stevens’ın geldiği tarihten 60 yıl öncesine denk gelir. Demek ki taşımacılık olgusu o tarihlerde çok yeni. Tekerlekli ulaşım araçlarına aşina bir toplum yok ortada henüz. İlginç geliyor, değişik geliyor. Aslında bisiklete o dönemde şeytan arabası demek çok olumsuz bir şey değildir. Çocukların yaptığı uçurtmaya da biz şeytan uçurtması diyoruz. Bu oryantalist bakış açısı aslında. Bunu yabancı bir dile çevirdiğiniz zaman şeytan arabası sanki cadı ile bir tutulur. Yakılması yok edilmesi gereken bir araç olarak algılanır. Ama bizim için öyle değil. Orada bir ironi var, bir espri var. Deniz kabuklusuna da şeytan minaresi diyoruz. Şeytan sözcüğü bu anlamda batıdaki gibi kullanılmıyor. Bir yabancının hiç görülmeyen bir araçla o dönemin Türkiye’sinde dolaşmasına insanların hayret etmemesini düşünmek yanlış olur. Bu büyük bir önyargıdır. Ünlü masalcı Andersen, 1840-41 yılları arasında İstanbul’a geliyor.

Türkler kadar dürüst, Türkler kadar iyi niyetli başka bir toplum göremezsiniz diyor ve bizi göklere çıkarıyor. Bu da bir masalcının bakış açısı. Toplumlar ve milletler iyidir, kötü idareciler olabilir.

Bisiklet

Uçar, uçar gibi kumlar, çemenler üstünde

Geçen şu tâze kadın bu numûne-i hevesât

Ayaklarında kanadlarla sanki aşk u hayat

Uçar, uçar gibi kumlar, çemenler üstünde

Meşâm-ı rûha emel lezzetinde neşrediyor

Ten-i rakîki bahârın esir-i nükhetini

Şitabı titreterek sîne-i tarâvetini

Pırıl pırıl uçuyor, tuttasıl uçup gidiyor.

Uçup uçup gidiyor; sonra pür-gurûr ü garâm

Zemine resm ile bir nazlı hatt-ı istifhâm:

“Güzel değil mi şu hâlim, bakın” diyor… Parlak,

Güzel evet bu revişler, güzel bu câzibeler,

Güzel; fakat bu tehâlük nedir, değilse eğer

Hâyatı birkaç adım fazla koşturup yormak?

Tevfik Fikret

Peki günümüzde bisikletin önündeki engeller nedir?

Bisiklet sadece iki tekerlek ve hava üzerinde gitmez. Bulunduğu toplumun da bir havası vardır, yaşam alanı vardır. Bisiklet aslında burada dolaşır. Asıl havası bisikletin, tekerinde değil, bulunduğu toplumdaki yeridir. Bu anlamda eğer Türkiye’den söz edeceksek, bütün Türkiye’den söz edeceksek, birey olmak, özgür olmak, demokrasi ve insan haklarıyla paralellik kurmaktır. Kadın erkek eşitliği demektir bisiklet, kadına saygı demektir. Ama kadının aşağılandığı, ötelendiği bir toplumda bisiklet kullanımının yaygınlaşmasını bekleyemeyiz. Bisiklet feodaliteyi taşımaz. Baskıyı, biat kültürünü taşımaz. Bisiklet insanı taşır, özgürlüğü taşır, eşitliği taşır. Bisiklet barıştır, sevgidir. Ötekileştirme, nefret, kutuplaştırma değildir bisiklet. Baktığımız zaman Türkiye’de bu değerlerin ortaya çıktığı bir dönemdeyiz. Bisikletin ancak gerçek anlamıyla sözünü ettiğim değerler içerisinde kullanılabileceğini söyleyebilirim. Ama bisiklet bunu kendisi yapamaz. Bu bisikleti kullanan insanın meselesidir. Bisikletin yolunu açan, imar planları değil, onun üstündeki insandır. O insanın, sözünü ettiğim bisikletin gerçek havası olan değerler için mücadele edip etmeme meselesidir. Bugün Avrupa’da bisikletin yaygınlaştığını söylüyorlar. Bugün bisiklet desem, tur desem aklınıza ne gelir? Tour de France! 1789 Fransız Devrimi olmasaydı, o bisiklet turu olur muydu? Hangi milletten söz ediyorsunuz? Çatır çatır haklarını aramak için sokaklara dökülen bir toplumdan bahsediyoruz. Fransız devrimini at bakalım bisiklet var mı Fransa’da?

undefined

Fransa demişken, Cahit Sıtkı’dan bahsetmenin tam sırası.

Cahit Sıtkı’nın filmini çekmek isterim biliyor musun? Bunun filmi yapılmalı. 2. Dünya Savaşı başladığında Paris’te, Türkiye’den giden Türk öğrenciler var. Türk öğrencileri “Biz İstanbul’a geri dönelim.” diyorlar. Bize ne bu savaştan ama nasıl döneceğiz diye düşünüyorlar. Savaş başlamış, uçaklar uçmuyor, karayolu tehlikeli, trenler tehlikeli. Cahit Sıtkı Tarancı da onlardan biri. Diyor ki; bir bisiklet bulayım, bir de buradan İsviçre’ye giden arka yolları, patika yolları, dağ yollarını gösteren bir harita. Buradan kaçayım gideyim diyor. Yaklaşık on gün pedal çevirerek, Cahit Sıtkı İsviçre’ye varıyor ve öyle kurtuluyor 2. Dünya Savaşı’ndan. Bu esnada yol sırasında Galatasaray Lisesi’nden arkadaşı Ziya Osman Saba’ya da mektuplar yazıyor. Çok enteresan yine aynı dönemde Fransa’dan bisikletle kaçan başka bir şair daha var, Oktay Rıfat.

Aslında günümüzde çok fazla değişen bir şey yok. Günümüzde de mültecilerin sınırları bisikletle geçmeye çalıştıklarını görüyoruz. Bisiklet aynı zamanda hep bir umut taşıyor üzerinde.

Rusya’dan Norveç’e bisikletle geçene pasaport sorulmuyor. Böyle bir yasa var. Bunu kullanarak göçmenler geçiyor. Bisikleti alıp, orada bırakıyorlar. O mesafeyi gidebilmek için bisiklete binmeyi öğreniyorlar. Sınırdan geçip sığınma başvurusu yapıyorlar.

Ülkemizde şu an bisikleti nasıl görüyorsunuz?

Üzülerek söylüyorum bisiklet Türkiye’de hala bir çocuk, bir gençlik aracı. Bisiklet kullananlar İstanbul’da, Anadolu’da var ama bu hep idealist insanların çabasında kalıyor ne yazık ki. Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da olduğu gibi bir bisiklet kullanımından söz edemeyiz yani. Bisiklet sahil yolunda binilen araç değildir. Bisiklet Türkiye’de tutsaktır. Bisiklet doğasından uzak bir sirk hayvanına benziyor bizim toplumumuzda ne yazık ki. Bisiklet özgür değil.

Özgürleştirmek için ne yapılması gerekir?

İnsanı sevmek gerekiyor öncelikle. İnsanın özgürleşmesi gerekiyor. O insana göre bir kent kurmak gerekiyor. Paraya tapan rantçı bir kentleşme yapanların işi değil. İnsan üstünde baskı kuran bir yönetim anlayışı değil. Böyle bir toplumda bisikletin hak ettiği yere kavuştuğunu söyleyemeyiz. 

Türkiye’nin ilk ve tek aylık bisiklet dergisiyiz. Bu sürece biz nasıl dahil olabiliriz?

Türkiye’de aydınlanma sürecine katkıda bulunarak dahil olabilirsiniz. Bisikleti kitlelere anlatmak için geç bile kaldık. Mutlaka yapılması gereken bu. Daha bundan otuz kırk yıl öncesine kadar bisiklet sirklerde maymunların bindiği bir araçtı yahu. Bu memlekette çoğu kişi yılda bir kez gelen bir sirkte bisikleti maymunlar binerken görüyordu. Öyleydi. Monocyclelara akrobatlar binerdi. Akrobatlık gibi algılanıyordu bisiklet.

undefined

Bisiklet kullananlar bisikleti çok seviyorlar. Bir modernleşme aracı olarak görüyorlar. Türkiye’de bisiklet kullanmayanalar ise bisikleti hor görüyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

O, insanı hor görmek demektir işte. Beyninde duvarlarla yaşayanlar ve beynindeki duvarlara tapanlar prangalarını, tasmalarını severler. Bisikletin üstündeki insanı yadırgarlar. Bisiklet gerçekten özgürlüktür. Bu slogan değildir. Korkutur bazı insanları. Çünkü insanın üstündeki en büyük korku özgürlük korkusudur. Eduardo Galeano, Uruguaylı bir yazar, bir laborant arkadaşını ziyarete gider. Laborant arkadaşı kobay fareler üzerinde deney yapmaktadır. Bir ara çıkarlar laboratuvardan. O sırada Eduardo Galeano, kobaylardan kafesinin birinin kapısını açar. Geri döndüğünde laboratuvara Eduardo Galeano bakar ki fare hiçbir yere gitmemiş, kafesi açık içinde duruyor. Uruguaylı yazar sonra şunu yazar. Bu sadece farenin değil, çağımızda bütün insanların üzerindeki korkudur. Ve bu korkuların en büyüğüdür. Bu özgürlük korkusudur. İşte bunu kıran insanlar bisiklete biner. Bisiklete binen bu korkulardan uzaklaşmış insandır. Ama Türkiye’de o insanlar azınlığı oluşturuyor.

  

Yara Bandı

 Nasıl unutursun

ilk günleriydi İstanbul’a taşındığınızın

usulca dokunmuştun hanımeli kokan

bir duvara yaslı beyaz bisiklete

-Binmek ister misin

diye bir sesle irkilip

ayrılmıştın hayal dünyasından

Annenin dizlerine yatırıp

sarı saçlarını

saatlerce taramayı düşlediği Ömercik

duruyordu işte tam karşında

ki yaramazlık yaptığında

az mı dua ederdi

onun gibi uslu olmana

Kalır mıydın hiç altında

böylesi sıcak bir davranışın

sen de cebinde taşıdığın

kolonya kapağını uzatmıştın ona

ve başlamıştı bir arkadaşlık

çatılarına martıların konduğu

Çiçekçi sokaklarında

Evlerin arasından

bakmak isterken Kız Kulesi’ne

acemisi olduğun bisikletten düşmüştün

gitmiyor gözünün önünden

filmlerdeki gibi yardımına koşması

üstelik o gün ilk kez

yara bandıyla tanışmıştın

Kaybettin Ömerciği

şoförlük yaptığını duymuştın bir ara

ama bu şehirde

taşradan gelen bir çocuğa

bisikletini verecek insanların

yaşadığına inanıyorsun yine de

siyah ve kıvırcık saçlarınla

 Sunay Akın

Türkiye’de tur bisikleti gelişiyor. İnsanlar atlayıp bisiklete alıp başımı gideyim diyor.

Sizler serüvenci maceracı insanlarsınız. Sizler günümüz kaşiflerisiniz. Sizin tarihiniz 500 yıl önce kaşifler dünyayı keşfediyor diye anlatılıyordu. Magellan, Marco Polo doğdu. Günümüz kaşifleri sizlersiniz. Bu keşfetme duygusudur. Maceraperestliktir. Sizin gibi insanlar yol açıcıdır. Ufkun ötesinde ne var? Oraya gitmek oraya ulaşmak, sadece gitmek duygusuyla giden, yolun kendisini seven, bir yere varmak değildir amaç. Bu çok başka bir duygudur. Bisikleti ben bunun aracı olarak görüyorum. Onu ayrı bir özellik olarak görüyorum. Hem yavaş hem süratli, aradığın hızı sana veriyor. Hareket halindesin ama sürekli gözlemdesin. Hem düşünüyorsun. Bisiklet macerayı tamamlıyor.

 

Çocukluğumuzdaki neşe kaynağımız, özgürlük kaynağı, umudumuz bisikletin profesyonel dünyası daha farklı. Bisiklette de doping diğer sporlarda olduğu gibi yaygın. Profesyonel sporculuğu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sporun amatör ruhunu kaybedip endüstriyelleşmesinin kaçınılmaz sonucudur. Bu kirlenmedir. Doğa kirlenmesidir. Burada da bisikletin üzerindeki insan kirlenmiştir. Ama bu her alanda var. Sporun, marka değerlerinin bir yarışı olmasından kaynaklanıyor. Bir hırs, öne çıkmak, kazanma duygusu. Bisikleti yaşamak değil, o anı yaşamak değil, kazanma duygusu. Çünkü onun getirdiği maddi değerler çok fazla. Aslında yarışmada kaybeden yoktur. Birisi birinci geliyorsa, o birinci aslında yedinci ya da otuz ikincidir. Onlar olmadan birinci olunmaz ki. Onların çabası emeği üstüne yükseliyor birincilik. İnsanlardan kule yapılır ya, en üstte bir kişi yer alır. O bir kişi tek başına mı duruyor orada? Alttaki insanların omuzlarına basmasa o birinciyi göremezsin yukarıda. Bütün spor yarışmalarında kaybeden diye bir şey yoktur. Bu bakış açısı ortadan kalktı, altta kalanın canı çıksın mantığı geldi. Bu olimpiyat ruhudur. Önemli olan orada olmak, birlikte bir derece oluşturmak. En üst derece herkesin başarısıdır.

 undefined

Müzede bisiklet öykülerine gelelim. 2005 yılında kurulan İstanbul Oyuncak Müzesi’nde hiç bisiklet hikayesi var mı?

Bir gün İlhan Şeşen, çok sevdiğim ağabeyim, çok değerli bir müzisyen beni aradı bir gün. “Sunay müzedeysen sana geleceğim bir sürprizim var.” dedi. Bisikletle geldi. “Bir bisiklet alayım dedim. Gittim ikinci el bir bisiklet aldım. İşte bunu beğendim.” dedi. Satan dedi ki “Abi ne ilginç. Bu MFÖ’deki Fuat’ın bisikleti. Ondan satın almıştım” dedi. İlhan ağabey işte böyle farkında olmadan Fuat’ın bisikletini almıştı. “Bu aslında benim de değil bu Sunay’ın” demiş. Bisikletle buraya geldi. “Bunu sana hediye ediyorum bu senin” dedi ve bisikletten indi, eve yürüyerek gitti. O bisiklet o gün bugündür burada.

Burada birçok oyuncak var. Bisiklet oyuncakları da var mı?

Tabi ki var. İki bisiklet yarışçısı var. Bulunması kolay bir oyuncak değil. Almanya’da bir koleksiyonerden aldım. Hiç görülen bir oyuncak değil ama 1960’lı yıllara ait sert plastik dediğimiz döneme ait bir oyuncak. Bir benzerini daha hiç görmedim. Müzede sporla ilgili oyuncakların olduğu bölümde sergileniyor. Motosikletin bisiklete göre daha çok oyuncağı var. Aslında bisikletin kendisi bir oyuncak, sebebi bu. Bisiklet üstüne binilmesi gereken bir şey. Dolayısıyla çok fazla oyuncak olarak karşımıza çıkmıyor.

Hobi olarak bisiklete binen yetişkinler bisikleti hala oyuncağım olarak ifade ediyorlar.

Özgürlüğü elinden alınan çocuklara yetişkin derler. İşte bisiklet o özgürlüğü elinden bırakmamanın adıdır. Büyüklük çocukluğun işgal edilmiş topraklarıdır. Çocukluğunun işgal edilmesini istemiyorsan onu bisikletle savunacaksın.

undefined

Fotoğraf: Tarık GÜL

Benzer Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir