Bir kelebeğin kanatlarına benzeyen iki küçük tekeri ile bu minyon bisiklet ilk görüşte kalpleri tam 12’den vurmayı başarıyor. Ben de Eros’un oku -ya da jant teli- kalbime isabet etmiş halde kendimi Londra’ya doğru yol alırken buluyorum. |
Sebebi ziyaretim, bu harika bisikletin nasıl üretildiğini görmek ve CEO Will Butler Adams ile biraz hasbıhâl etmek. Gitmeden dersime iyi çalışmıştım. Kurucusundan tarihçesine, birincisinden sonuncusuna tüm modellerini bildiğimi düşündüğüm bu küçük bisikletin meğer sakladığı birkaç sürprizi varmış. Yeri geldiğinde söz edeceğim ama önce hayal kurmaktan vazgeçmeyen ve kurduğu hayalin peşinden tutkuyla koşan bir adamın hikâyesinden başlayalım.
Brompton markasının kurucusu
Andrew Ritchie
Londra banliyölerinde bahçe dizaynında başlayan bir kariyerin, dünyanın en ikonik katlanır bisiklet markasını yaratmaya uzanacağını kim bilebilirdi ki? Bahçe işleri çok iyi gitmeyen Ritchie’nin aklına, 6 mil uzaktaki işine bisiklet ile giderken harika fikirler gelmiş olmalı. Takıntılı biçimde zamanını; eğlenceli, sürüşü verimli ve çok hızlı katlanan bir bisiklet geliştirmeye ayıran Ritchie, bu hayalini 1977’de 10 arkadaşından topladığı 1000 Sterlin ile ilk prototipi yaparak gerçeğe dönüştürür. 1981’de butik olarak başlayan üretim, 1988 yılında ilk fabrikasına taşınır. O günden bu güne insanları şehir hayatının karmaşasından ve yaşam alanlarının kısıtlarından bağımsız kılmayı hedeflemek hala markanın kalbinde atıyor ve 40 yıllık tutkunun sonucu olan Brompton bisikletlerin dünyada sayısı 100 milyonu geçmişken, bunların 100.000 adedi Londra sokaklarında her gün arz-ı endam eyliyor.
Greenford Batı Londra’daki fabrikadayım. Girişte beni şu motto karşılıyor, “Biz, insanların şehirde yaşama biçimini değiştirmek istiyoruz!” Bence çağımızda bisiklet, hiç olmadığı kadar ulaşıma ve hayata entegre ve bunda katlanır bisikletlerin rolü de yadsınamaz. Ben bu düşünceler içindeyken kendimi; marka tarihinin, modellerin ve özel edisyon bisikletlerin bulunduğu ‘mini müzede’ buluyorum. Duvarda eskiden ilkokul sınıflarında bulunan ‘Tarihi Çağlar’ı gösteren panolara benzer bir çalışma var. Kuruluşundan bugüne kilometre taşları işaretlenmiş. Distribütörler arasında en son katılan ülke olarak Türkiye’yi görüp inceden bir kıvanç duyuyorum.
Sıradışı bir CEO
İdari birimin olduğu kata çıkıyorum. Büyük bir açık ofis ve gözlerim Genel Müdürün odasını arıyor. ‘Herhalde başka bir bölümde olsa gerek’ diye düşünürken birisi oturduğu tabureden kalkıyor. Ayakkabılarını çıkarıp, kırmızı çizgili çoraplarının üzerine çelik burunlu botlarını giyiyor. Bu uzun boylu, Yorkshire aksanlı, mavi gözlü adam Brompton CEO’su Will Butler Adams. Kibar, sıcakkanlı ve bir o kadar enerjik. Bu enerjiyi tüm çalışma arkadaşlarına yansıttığını çok net görebiliyorsunuz. “Haydi!” diyor, “Hem üretimi gezelim, hem sohbet etmiş oluruz. Sana göstermek istediklerim var”. Ben de çelik burunlu iş ayakkabılarımı giyiyorum ve gözüm hemen raflara dizili onlarca Brompton’a takılıyor. Ne olduklarını sorunca, yanıtı bir kez daha kalbimde yeni alınmış jant seti heyecanı yaratıyor. ‘O bizim çalışanlarımızın bisiklet parkı!’. Beraber yürümeye başlıyoruz ki bu sefer de tanıdık bir sima, Lübnanlı kaynak ustası Abdül El Saidi ile karşılaşıyoruz. Bana da bronz kaynak yapmanın inceliklerini öğreten bu naif usta, fabrikadaki tüm kaynakçıların öğretmeni. Tam da o sırada yeni bir öğrencisi var. O, bu sanatın inceliği ile bronzu kadro üzerine nakış gibi işlerken, çırağı da pür dikkat onu izliyor. Günde 200 bisikletin üretildiği fabrikada, bir bisikletin ham halden mamüle doğru yolculuğunun 3-4 hafta sürdüğünü öğreniyorum. Biz müsaade isteyip yolumuza devam ederken Will’den Brompton’daki hikayesini anlatmasını istiyorum.
2001 yılı, otobüste Brompton Başkanı Tim Guinness ile çarpışması hem onun hayatını hem de Brompton’un kaderini derinden etkileyecek yılların başlangıcı olmuş. Daha önce kimya ve otomotiv sektörlerinde tecrübeye sahip Will’e Tim; “Tam da senin gibi bir adama ihtiyacımız var” demiş. O zaman 30lu yaşlarına yaklaşan Will, fabrikaya ilk gelişindeki izlenimleri karşısında ‘şok’ yaşadığını ifade ediyor. Belli bir düzenden uzak, tonla stoğun olduğu bir ortamda cılız bir üretim yapılıyormuş. Verimlilikten uzak, her şeyin elde üretildiği, 1930lardan kalma bu ortamda asıl şaşılacak olan durum ise hala kâr ediliyor olması ve talebin karşılanamıyor olması imiş.
Çirkin ördek’ten evrilme
Will Butler Adams’ın ifadesi ile eskiden ‘katlanır bisikletler dünyadaki en çirkin şeylerdi ve sokakta gördüğümüzde gülüp geçtiğimiz bisikletlerdi. Ancak Brompton sayesinde artık böyle değil.’ Bu değişim ve gelişim geceden sabaha olmadı elbet. Bunda şirketin kurucusu Andrew Ritchie ve Will Butler Adams’ın detaylara ve bisikletin Ar-Ge çalışmalarına verdikleri önem büyük yer tutuyor. Öyle ki şirketin büyümesi sırasında Ritchie ile çatışmaları da çok olmuş. “Her kararı kendinin vermesi gerekiyordu. Her çeki onun imzalaması, her harcamayı onun onaylaması… Ancak yetkilerinizi delege etmezseniz büyüyemezsiniz ve bu Andrew için zor oldu” diyor Will Butler. Aslında bunu anlamak o kadar da güç değil. Evinin bir odasında ilk prototipini üretmek için çabaladığın bisikletin (hayalin) bir fabrikaya dönüşmesi, bir tırtılın kozasından güç bela çıkıp kelebeğe dönüşmesi gibi mucizevi bir metamorfoz. Dolayısıyla bazı şeylerden vazgeçmek de o ölçüde güç olsa gerek. Bu özel bisikletin üretiminde mümkün olduğunca fazla parçayı kendileri üretmeye çalışıyorlar ve üretim tesisini her şeye rağmen Londra’da tutmaya devam ediyorlar. Maliyetli mi? Evet. Ama bazı değerler para ile ölçülemiyor.
Yönetici vizyonu
“Yöneticilerin görevi, çevrelerini kendi sahip olmadığı becerilere sahip insanlar ile donatmaktır. Ben onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyemem. Ben onlara sadece neye ihtiyacım olduğunu ve neyi hedeflediğimi gösteririm. Onlara bu vizyonu ve gerekli kaynakları verip önlerindeki bürokratik engelleri kaldırırım. Ayrıca arada düzeni bozarım. Düzenli, tahmin edilebilir ve konforlu alanlardan yenilik ve yaratıcılık bekleyemezsiniz. Bu yüzden bazen kaos yaratırım ve o kaostan yeni fikirler çıkmasını izlerim” diyor Will Butler Adams. İki yılı aşkın süredir Türkiye’de Accell Bisiklet bünyesinde temsil edilen Brompton’un şimdiye kadarki gelişimini sorduğum Adams, “Türkiye bisikleti tekrar keşfetme yolunda ilerliyor. Bunun için altyapı gelişirken, kullanıcılar da bisiklet ile gelen eğlence ve sağlığın farkına varmaya başladı. Brompton’a karşı inanılmaz bir ilgi var. Tıpkı burada, Londra’da olduğu gibi, Barcelona, New York ve İstanbul gibi büyük metropollerde insanlar bunalmış durumda. Ulaşım ve şehir hayatının sorunlarına biz daha eğlenceli ve çevreci bir çözüm üretiyoruz” diyor.
Kulaktan kulağa
Reklamlar mı yoksa kullanıcı deneyimleri mi daha değerli? 20. yüzyıl pazarlama teknikleri geride kaldı. Artık tüketiciler; kendi satın alma süreçlerinde başka kullanıcıların deneyimlerine değer veriyorlar. Bir etkinlikte birkaç Brompton görüyorsunuz. İlgilenip soruyorsunuz. Hatta rica edip deniyorsunuz. Bir bakmışsınız Vosvos Kulübü üyesi gibi, siz de kullanıcıların deyimi ile bir “Brommie” oluvermişsiniz.
Fabrikadan sokaklara
Üretimin büyüleyici dünyasını bir yana bırakıp, Brompton’u evine, yani Londra sokaklarına salma zamanı. Raflarda müsait bir bisiklet olduğunu öğrenip, katlanır kaskımı da alıp kendimi sokaklara vuruyorum. Ancak ilk durağım Greenford metro istasyonu. Metro girişindeki görevli bayan kibarca bisikleti katlamamı istiyor. 10 saniyede katlayıp bisikletim ile metro platformunda beklemeye başlıyorum. İstikamet kırmızı hat ile Notting Hill istasyonu. Burada aktarma yapıp Tower Hill çıkışına gideceğim ama o da ne? Metroda gördüğüm manzara karşısında ben de kendimi bir ‘Brommie’ gibi hissediyorum.
Yolun solunda olmak başta insana garip gelse de alışıyorum. Kısa bir zaman sonra meşhur Londra Köprüsü’nün yanı başındayım. 1894 yılında inşaatı tamamlanan bu iki kuleli köprü şehir merkezi ile Southwark’ı birbirine bağlıyor. Günde 40 bin kişinin kullandığı bu Gotik köprü bilindiği üzere büyük gemilerin geçişi için açılabiliyor da. Buradan bir manzara fotoğrafı alıp, gidonu Çin Mahallesi’ne doğru çeviriyorum. Renkli fenerler ile süslü sokaklarda, Çin restoranları ve türlü dükkanın arasından geçiyorum.
Ve işte olmak istediğim yerdeyim. Brompton Junction. İlki 2011 yılında Kobe/Japonya’da açılan ve dünyanın farklı noktalarında toplam 6 adet bulunan Brompton konsept mağazalarının Londra şubesi. İçeride rengarenk bisikletler ve alt katta teknik servis hizmeti sunulan mağazanın vitrinin de ne göreyim? Brompton Electric! Evet, Brompton da elektrikli bisiklet pazarının gelişimine kayıtsız kalmıyor. Tabii Brompton farkıyla. Ürün göz alıcı, benim gibi mağazanın dışındaki insanlar da hayranlık ile bu yeni ürünü inceliyorlar. Deneyimlediğim bu ürün için şunu söyleyebilirim, bayıldım!
F1 teknolojisi ile Brompton Electric
Daha fazla insanı bisikletin büyülü dünyasına çekmek isteyen Brompton, yokuş ve sert rüzgardan korkup, bisiklete mesafeli yaklaşan gönülleri elektrik ile çeliyor. Formula 1 takımı Williams ile 4 yılda geliştirilen çekiş sistemi oldukça verimli ve güçlü. Terlemeyi sevmeyenler için sistem, pedaldaki tork sensörü aracılığı ile zorlandığınızı anlayıp anında devreye giriyor. Gücün kaynağı 300W enerji üreten 2,2kg lık bataryayı, birbirinden şık iki çanta (1,5lt – 20lt) içine yerleştirebiliyorsunuz. Çevre ve kullanım şartlarına bağlı olarak 80km kadar menzile sahip sistem, ayrıca üzerindeki usb çıkış ile cep telefonu vb cihazları da şarj edebilme özelliğine sahip. Will Butler Adams’ın da son üç aydır severek kullandığı bu bisiklet harici bir de kırmızı beyaz mavi renklerde Titanyum M2L modeli bulunuyor.
Konu Brompton olunca onu en güzel tamamlayan aksesuarlar da başka bir İngiliz’den geliyor. Tabii ki Brooks. 1866’dan beri deri sele ve aksesuar üreten Brooks da kendi konsept mağaza zincirine sahip. B 1866 adındaki mağaza bir sonraki durağım. Mağazaya girdiğinizde kök boyalar ile renklendirilen deri sele ve aksesuarlar hem gözlerinize hem burnunuza karnaval yaşatıyor.
Mağazadan çıkışta, gün içinde yaşadığım heyecandan olsa gerek yemek yemediğimi fark ediyorum. Boşalan enerji depolarını doldurma zamanı. İş çıkışı saati ve yoğun bir bisiklet trafiğine karışarak yüzümde kocaman bir gülümseme ile pedal çeviriyorum. Türkiye’de de günün birinde bu ortamı yaşayabilmeyi ümit ederek…