FOTOĞRAF: SAMED KUNAÇ
Cyclist:Sevgili Mustafa ve Osman Ertan, bisiklet camiası sizleri yakından tanıyor ama bir de Cyclist Türkiye okurları için kendinizi tanıtır mısınız?
Mustafa Ertan: Efendim ben 1934 doğumluyum. Bisiklet sporuna 18 yaşında Eskişehir Demirspor’da başladım. 2 yıl sonra, 1954’de Şekerspor’a geçtim. Bizden önceki kuşaktan Ali Çetiner ve Enver Osmalı diye iki ağabeyimiz vardı. 1948 Londra Olimpiyatları’na katılmışlardı. O zaman Eskişehir bisiklette çok iyiydi. Konya’dan çok çağırdılar ama gitmedim. Konya sonradan büyük atak yaptı. 1963 yılında sporu bıraktım. Daha sonra da milli hakem olarak hizmet verdim.
Osman Ertan: Ben de 1945 doğumluyum. Aynı ağabeyim gibi, bisiklete 18 yaşında başladım. 1963-67 arası Kütahya Şekerpor’da, 1967-70 arası da Eskişehir Şekerspor’da yarıştım. Ağabeyimle yalnızca bir sezon, 1963’te Marmara Turu’nda beraber yarışabildik.
Cyc:29 ve 25 bisikleti bırakmak için çok erken yaşlar değil mi ?
ME: Haklısınız. Ama o devrin şartları zordu. Çok seviyorduk bu sporu ama hayat şartları bizi o noktaya getirdi. Bir de nasıl oldu bilemiyorum, son yarışımı Ankara- İstanbul arasında koşarken, sisli bir havada Bolu Dağı’ndan aşağı iniyordum. Hızım 100 kilometreden fazlaydı. Birden üstüme bir korku geldi. Adapazarı’na vardık ve ben yarışı terk ettim. Bari İstanbul’a kadar gel orada bir jubile yapalım dediler. Ama istemedim.
Cyc: Her ikinizin de yarıştığı yıllarda Türkiye’de çok fazla yarış yapılıyordu
değil mi?
ME: Benim dönemimde yılda 9-10 yarış olurdu. Osman’ın döneminde ise 15 civarında yarış olurdu. Bunların bir kısmı etaplı yarışlardı ve birkaç gün sürerdi. Özellikle Talat (Tunçalp) Bey’den sonra gelen Hamdi Ayvalı döneminde çok yarış düzenleniyordu.
Cyc: Basının ilgisi nasıldı o zaman? Düzenli olarak yarışları izleyen gazeteciler var mıydı?
OE: Basın çok ilgiliydi. Düzenli olarak izleyen Tuncer Benokan vardı mesela. Yarışlara da gelirdi, kamplara da. Gelemezse bile telefon açar, bizden bilgi alırdı. Ergun Hiçyılmaz vardı. O da yakından izleyen bir gazeteciydi. Daha sonra federasyon başkanlığı da yaptı. Onun başkanlığı döneminde ben yarıştım, ağabeyim de hakemlik yaptı.
Cyc:Mustafa Bey, siz ellili yılların en önde gelen bisikletçilerinden biriydiniz. 1950’lerin başından 60’ların başına kadar çok defa hem takım hem de bireysel şampiyonluklar elde ettiniz. Türkiye Şampiyonu oldunuz. 1959’da Beyrut’ta yapılan Akdeniz Oyunları’na giden Milli Takım’ın bir üyesiydiniz. Biraz o günleri anlatır mısınız?
ME: Akdeniz Olimpiyatları’ndan bir yıl evvel biz Mısır Turu’na gitmiştik. Luxor’dan başlamış, Yedi günde Kahire’ye ulaşmıştık. O çok önemli bir tecrübeydi bizim için. Mısır, o sıralar sadece Ortadoğu’nun değil, dünyanın en önemli ülkelerinden biriydi. Devlet başkanı Nasır, bayrağı bir kaldırıyor, yer yerinden oynuyordu.
O yarışta Ruslar çok ön plana çıkmıştı. En büyük tezahürat onlara yapılıyor, en iyi oteller onlara veriliyordu. Biz de iyiydik ama.
1959 Akdeniz Oyunları’nda start Beyrut’tan verildi. Trablusşam’a kadar düz, ondan sonra sürekli bayır. Kayak merkezine doğru çıkıyoruz. İspanyollarla beraber çeviriyoruz. Nezir (Sonakın) ve ben grubun içindeyiz. Fransızlar, İtalyanlar filan hep geride kaldı. Nezir, Avrupai biniş stili olan, grup içinde çok iyi yer tutan bir arkadaşımızdı. Benim rublenin en büyük dişlisi 20, aynakol ise 48. Çok sert yani. Ancak ayakta gidebiliyorum. Suyum bitti. Kramp girdi filan derken ben de kopmaya başladım. Derecem fena değildi. Ama çok daha iyi bir derece yapabilirdim. Celal Fidan diye bir arkadaşımız vardı, yarıştan sonra yattı ertesi gün öğleye kadar uyudu. Üstünden 60 yıl geçti, halen unutmuyorum.
Cyc:En yumuşak vites oranınızın 48/20 olması bugün bize inanılmaz geliyor. Hakikaten çok sert. Biraz o dönemin bisikletlerinden söz edebilir misiniz? Mesela hangi marka bisikletler ve malzemeler kullanıyordunuz?
ME: Ben Fransız Christophe kullanıyordum. Bunun yanısıra Automoto, Fiorelli, Ganna, Royalstar gibi markalar vardı. Malzeme olarak en prestijli olan Campagnolo’ydu. Ondan başka bir de Simplex vardı. 1952’de benim kullandığım bisikletin vitesi üst çeki borusunun (seat stay) oradaki koldan değiştiriliyordu. Ruble en fazla üç dişliydi. Uzun yıllar üçlü diş kullandık. Hatta Talat Bey anlatmıştı, bir Cumhurbaşkanlığı Turu’ndan sonra, İstanbul’da Hollandalı sporcunun bisikleti çalınıyor. Bizimkiler çok mahcup oluyor, parasını verelim filan diye ısrar ediyorlar. Adam parayı almıyor, eğer bisikletimi bulursanız yollarsınız diyor. Aradan zaman geçiyor. Arkadaşımız Sadık Yalın bir gün dolmuşta birinin elinde teker görüyor. Bakıyor, rublenin üstünde beş dişli var. Şüpheleniyor ve adamı takip ediyor. Adam bir bisikletçiye giriyor. Sadık hemen rahmetli Talat Bey’i arıyor. Talat Bey, polisi alıp geliyor. Hakikaten o Hollandalı’nın bisikleti. İsmi lazım değil, hırsız bir bisikletçinin en küçük kardeşi çıkıyor.
Cyc:Beş dişli rubleniz yok ama üç dişliyi de kolay kolay bulamıyorsunuz değil mi?
ME: Malzeme konusunda hep çok sıkıntı vardı. En büyük sorun lastikti. Bir arkadaşımız yeni lastik almış, merak edenlere parayla gösteriyormuş (Gülüşmeler).
Mısır Turu’nda lastiğim yoktu, saatimi verdim Romenlerden lastik aldım.
56’da Bursa- İzmir yarışı koşuyoruz, ilk gün lastik patlamaları yüzünden tam 32 dakika fark yedim. Ertesi gün yarışı terk eden bir arkadaşın lastiğini aldım da yarışa öyle devam edebildim. Sonraki günler ne kadar iyi dereceler yapsam da umumi tasnifde (genel klasman) ancak üçüncü olabildim.
Cyc:Osman Bey sizin bir fotoğrafınız var. Tahtadan yapılma bir makaraya binerek antrenman yapıyorsunuz.
OE: O, ben Kütahya’ya gittiğimde vardı. Bizden önceki abiler 1956’da tahtadan yapmış. Bir taneydi ve sırayla biniyorduk. Ne yapacaksınız? Malzeme sıkıntısı olunca böyle çözümler bulunuyordu.
Cyc:Bütün bu yokluklara rağmen çok mutluyduk diye anlatıyorsunuz.
ME: Ölürdük gülmekten. Mesela 1948 Londra Olimpiyatları’na giden Ali Çetiner anlatmıştı. Londra’da idmana çıkıyorlar, önlerinde bir gazete dağıtıcısı da bisikletle gidiyor, şunu geçelim de devam edelim diye düşünüyorlar ama mümkünatı yok. Adamı geçemiyorlar. (Kahkahalar)
Cyc:Sizin, bisiklet camiasında efsane olmuş bir öküz hikâyeniz var. O anı bir de sizden dinleyebilir miyiz?
ME: Efendim, Bolu- Adapazarı yarışındayız. Yarışın bitmesine de 20km kalmış. Adapazarı Şeker Fabrikası’nn orada Arnavut kaldırımı bir yol vardı. Yan yana 4 kişi gidiyoruz. Ben en sağda, toprak yolda kaldım. Bir baktım ileride yolumun üstünde bir öküz duruyor. Yavaşlarsam geriye düşeceğim ve grubu bir daha yakalama şansım kalmayacak. Bir yere kaçma şansım da yok, öküz de durumun farkında değil. Baktım olacak gibi değil, öküze bir omuz vurdum, hayvan bir anda çat diye yana devrildi. O konu uzun yıllar bisiklet camiasında anlatıldı durdu. Hatta o sırada arkada arabayla takip edenler, afedersiniz “hayvan mı devrilecek, insan mı?” diye iddiaya bile tutuşmuşlar (Gülüşmeler).
Cyc:Halen bisiklete biniyorsunuz ve yeni kuşak bisikletçilerle diyaloğunuz var. Nasıl buluyorsunuz şimdiki bisikletçileri.
ME: Muazzam. Birkaç sene evvel, Osman’la Kızılinler’e gittik. Baktım onlarca bisikletçi. Her yaştan her cinsten ve her yerden. Çok şaşırdım. Çok mutlu oldum. Bisiklet harika bir şey. Yeni insanlar, yeni dünyalar keşfetmenizi sağlıyor. Biz bunu yaşayan şanslı insanlardık.
OE: Birgün İstanbul’dan bisikletçi bir arkadaş gelmişti. Beraber yine Kızılinler’e gittik. Benim performansıma çok şaşırdı. Ben de sen benim 11 yaş büyük bir ağabeyim var asıl onu gör dedim. Nasıl bir tesadüfse tam o sırada ağabeyim geldi. Çocuk abimin o yokuştan çıktığına inanamadı.
ME: Üç sene evveldi. O zaman 80 yaşındaydım. Çok gençtim (Kahkahalar peşpeşe).
Cyc:Çok kıymetli Mustafa ve Osman Ertan. Sizinle tanışmak ve beraber bisiklete binmek bizim için büyük bir onur. Cyclist Türkiye adına çok teşekkür ederiz.
ME/OE: Biz teşekkür ederiz. Ne güzel şeyler yapıyorsunuz. Sağolun var olun.
E-Posta bültenimize abone olun, en son haber ve röpörtajlardan ilk sizin haberiniz olsun!