FOTOĞRAFLAR: SAMED KUNAÇ
Uçağımız alçalmaya başladığında, benim gibi Sinop’a ilk defa gören yolcular pencerelere üşüşüyor.
Şehrin coğrafyası, denize uzanmış bir kum saatine benziyor.
Hey Gidi Karadeniz kitabının yazarı Refik Baskın, Sinop adının mitoloji güzeli Sinope’den geldiğini yazıyor. Eşsiz coğrafyasını da ona bağlıyor: “…Sinope, Karadeniz’in kuzeyinde, ince beli, masmavi gözleri ve yeşil giysileriyle bugün de güzelliğini sürdürüyor.”
Sevimli havaalanı insana eski Türk filmlerini hatırlatıyor. Zarif Filiz Akın, uçağın merdivenlerinden inerken tellerin arkasındaki Tarık Akan’a el sallıyor.
Bize de el sallayanlar var. Morlu beyazlı formalar giymiş, bir grup genç tarafından tezahüratlarla karşılanıyoruz. Görüntüyü tam bize yontacakken, Samed sayesinde uyanıyorum. Meğer Sinopspor’un yeni transferi ile aynı uçaktaymışız. Karşılama onun içinmiş. Önümde oturan bol dövmeli kişi Brezilyalı Alanzinho’ymuş. Daha önceden Trabzon’da top koşturuyormuş.
Ateşli kalabalık Alanzinho’yu omuzlara alıp, siyah bir minibüsün koltuğuna oturturken, biz de bisikletlerimizi açıyor, koltuğuna oturuyoruz.
Samed, önce İnceburun’a gitmeyi teklif ediyor. Vira vira diye demir alıyor, gidonu İnceburun’a kırıyoruz.
Nefis bir koy: Hamsilos
Karadeniz’e paralel şahane bir yoldayız. Sağ tarafımız upuzun bir kumsal, sol tarafımız orman. Çocuklar gibi şeniz. Bizdeki neşe Alanzinho’da yok.
Dağlardan inip, Karadeniz’e kavuşan derelerin köprülerinden geçiyoruz. Yol üstünde Ahmet Mühip Dranas Uygulama Oteli yazan bir tabela görüyoruz. Müjde Ar’ın filmiyle ünlü ettiği Fahriye Abla’nın şairi, Sinopluymuş meğer. Ruhu şâd olsun.
6km sonra Akliman adında nefis bir koydayız. Kartpostallardan fırlamış manzarayı hayranlıkla seyrediyoruz.
Samed, Red-Kit gibi makinesini çıkartıp deklanşöre basmaya başlıyor. Ben böğürtlenlerin tadına bakıyorum. Çifte ziyafet…
U biçimindeki koyun diğer tarafından devam ediyoruz. 2km sonra Hamsilos Milli Parkı’ndayız ve sanki Ege’deyiz. Müthiş! Hani Mavi Yolculuk koyları olur ya. Aynı onlar gibi. Ama onlar kadar kalabalık değil.
Deniz, sevdiği için yanıp tutuşan bir aşık gibi ormanın içerilerine kadar uzanmış… Osmanlı ile Rusların bitmeyen savaşlarının birinde donanma bu kuytu koylarda izini kaybettirmiş.
Tepede otlayan ineklerin manzaraya bir Hollanda havası kattığı Hamsilos’tan ayrılıyor, geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. Aslında İnceburun’a gitmek için leziz patikalar var ama, katlanır bisikletle gözümüz yemiyor.
En kuzeyde büyülü bir ışık
Tekrar Su Ürünleri Fakültesi’nin oradaki yol ayrımına geliyoruz. Sağdan devam ediyoruz.
Zurnacı Bakkal’da suyumuzu tazeliyor, İnceburun yazan tabelayı takip ediyoruz. 2km sonra Dibekli Köyü’ne dönüyoruz. Köyden 8km sonra Anadolu’nun en kuzey noktası İnceburun’a ulaşıyoruz.
Aman Allah’ım! Burası ne kadar büyüleyici bir yer. Az önce Ege’den söz ediyorduk. Şimdi Norveç kıyılarındayız.
Herkesin bildiği, kimsenin okumadığı Joyce’un Ulysses’in açılış sayfası gibi bir manzaraya bakıyoruz: Bembeyaz bir deniz fenerinin önünde acayip ilginç bir kaya dokusu ve deli gibi çarpıp geri çekilen yaramaz dalgalar… Sadece onlar değil, Samed ile ben de çarpılmış durumdayız.
Dünyanın her yerinde deniz fenerleri büyüleyici yapılardır. Bütün ömrünü, kazancını, enerjisini fener aşkına ayıran insanlar yaşıyor yeryüzünde. Ali Soysal mesela. Fenerlerle ilgili hem kitaplar yazdı hem de dernek kurdu. (Bu derginin İstanbul’da yaşayan okurlarının gözde parkularından biri de Anadolu Feneri’dir. Dernek fenerin hemen yanında . Çaylar da güzel. )
Dünyada olduğu gibi bizim ülkemizde de deniz fenerlerini kuşaklar boyu aynı aileler çalıştırır. İnceburun Feneri de beş kuşaktır Çilesiz ailesine emanet. Hatta ailenin genç yaşta hayatını kaybeden bir bireyi fenerin hemen dibindeki kabirde uyuyor.
Aynı ailenin işlettiği küçük lokantada gözlemelerimizi yiyor, dönüş yoluna koyuluyoruz.
Geldiğimiz yolu takip ediyoruz. Bu kez Akliman’ a girmeden, sahilden Sinop’a uzanıyoruz.
Gölge etmeyin başka ihsan istemem
Sinop’un girişinde şehirle özdeşleşmiş olan Diyojen heykeli karşılıyor bizi. Kendisinden bir isteği olup olmadığını soran Büyük İskender’e: “Gölge etme, başka ihsan istemem” diyen kalender Sinoplu’nun etrafı hayli kalabalık.
Kalabalık içinden birileri, elimizdeki makineleri görünce heykelin önünde poz vermeye kalkıyor. Meğer heykeli protesto ediyorlarmış. Diyojen’in Sinop’u temsil edemeyeceğini, bulunduğu yerden kaldırılmasını daha kuytu bir yere götürülmesini istiyorlarmış.
Sabah uçakta Sinopspor’un yeni transferi, öğleden sonra Diyojen protestosu… Samed’le “ne acayip bir zamanlama yapmışız” diye birbirimize bakıyoruz.
Kalabalık dağıldıktan sonra, Troya’yı Diyojen’le tanıştırıyoruz. Bir isteği olup olmadığını soruyoruz. “Gölge etmeyin, keyfinize bakın” der gibi bir bakış atıyor. Hürmetlerimizi sunup, şehir merkezine giriyoruz.
Yol arkadaşımız Selim Okur, Ayyıldız Bisiklet’te bizi bekliyor. Selim 23 yaşında, çok yetenekli bir bisikletçi. Samsun Extreme adını taşıyan grubuyla Yetenek Sizsiniz yarışmasına katılmışlar. Finale kadar yükselmişler. Halen Spor Bilimleri Fakültesi’nde öğrenci.
Bisiklet mağazaları sadece alışveriş yapılan mekânlar değil, birer muhabbet bağıdır. Hele bir de “konuşmayı şehvetle seven insanlar”ın”olduğu Karadeniz’deyseniz bu nuhabbet iyice bereketlidir.
Yıllardır Sinop’ta bisiklet servis hizmeti veren Emin Kaplan ile tanışınca o bereketten hemen faydalanıyoruz.
Emin Usta, babasının 57 yıllık bisiklet ruhsatını koruduklarını söyleyince heyecana kapılıyor ve rica ediyoruz. Özenle korunmuş ruhsat biraz sonra elimize ulaşıyor.
Ruhsat da 1959 model Rodsiter bisikletin 1936 doğumlu Yakup Kaplan’a ait olduğu yazıyor. (Daha sonra bakındım ama bu markayı bulamadım. Roadster olabilir mi diye düşünüyorum.)
Bu hoş sürprizden sonra müsaade isteyip Sinop sokaklarına dalıyoruz. Troya’lardan biri artık Selim’de. Samed’e başka bir bisiklet ayarladık.
Selim iki tekere biner binmez yeteneklerini göstermeye başlıyor. Troya Atı’nı ilk defa şaha kalkarken görüyorum.
Dışarda deli dalgalar
İlk durağımız meşhur Sinop Cezaevi.
Rica ediyoruz ve Troya’yı da içeri alıyoruz. O da buraları görsün, tanısın istiyoruz. (Katlanır bisikletin böyle bir güzelliği var. Küçük olduğu için midir nedir? Bugüne kadar dilediği her yere girdi. Altı yaşından küçük çocuklar gibi, her turnikeyi sorunsuz aşıyor.)
Cezaevi, geçmişi 3000 yıla dayandırılan Sinop Kalesi’nin içinde yer alıyor Helen’lerden Roma’ya, Selçuklu’dan Osmanlı’ya devreden bu etkileyici mirasın zindanları her devirde korkutucu olmuş. Evliya Çelebi: “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş uçurtmazlar.”
(Evliya’nın kuş örneği sizin de aklınıza Alkatraz Kuşcusu ve Alkatraz’dan Kaçış filmlerini getirdi mi? Bazıları bu cezaevini Alkatraz’a benzetiyormuş zaten.)
Sinop Cezaevi, kısa ömrünün bir kısmını burada geçiren Sabahattin Ali’nin Aldırma Gönül şiiriyle ünlenmiş bir yerdir. Ama artık dışardaki deli dalgalar gelip duvarları yalamıyor. Çünkü kalenin önünden artık bir yol geçiyor.
(Cezaevini dolaşırken hoparlörlerden Sabahattin Ali’nin başka şiirlerinden bestelenmiş şarkıları çalınıyor. 1948’de ölen edebiyat adamının koğuşu da “dekore” edilmiş. )
Cezaevi, edebiyat adamı olarak sadece Sabahattin Ali’yi “misafir” etmemiş. Refik Halid Karay’dan Kerim Korcan’a, Burhan Felek’ten Zekeriya Sertel’e kadar çok kalem erbabı burada gün saymış.
1999’da kapanan ve müzeye dönüştürülen cezaevi, sonraki yıllarda Eşkiya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Pardon gibi sinema filmlerine, Parmaklıklar Ardında, Tatar Ramazan gibi tv dizilerine, set olarak hizmet vermiş.
Parmaklıklar Ardında dizisi bittikten sonra, koğuş korunmuş ve ziyarete açık hale getirilmiş.
Sinop Bienali:Sinopale
Cezaevi’nden çıkıp Sinopale’nin olduğu Buzhane binasına geçiyoruz. Bu yıl bienalin altıncısı yapılıyor.
10 yıl evvel başlayan bu etkinlik, dünyanın her yerinden onlarca sanatçının Sinop’a gelmesini sağlamış.
Adından anlaşılacağı gibi iki yılda bir düzenlenen bu sanat girişimi kendisi de Sinoplu olan MSGSÜ öğretim üyesi T. Melih Görgün’ün çabalarıyla başlamış ve Sinop halkı tarafından büyük bir hızla benimsenmiş.
Bu yılın teması olarak Transposition/Aktarım seçilmiş ve çok çarpıcı çalışmalara yer verilmiş. (Merak edenler için www.sinopale.org)
Melih Hoca bütün neşesi ve konukseverliği ile bizi Hâl binasında çağırıyor. Ne olduğunu tam bilmiyoruz ama şehri biraz daha dolaştıktan sonra gideceğimize söz veriyoruz.
Dışarı çıktığımızda zafer turu atan beyazlı-morlu taraftarları görüyoruz. Yeni Amasyaspor’u 4-2 yenmişler. Alanzinho bugün forma giymemiş ama 4 golün ikisini Bangura atmış. Sierra Leoneli topçu transfer edileli daha bir ay olmamış ama farkını göstermiş. Hiç takım tutmayan ben, bir günlüğüne fahri Sinop sporlu oluyorum.
Etnografya’dan Seyyid Bilal’e
Daha listemizde Etnografya Müzesi var. Ne hoş bir konak bu. Kalem işçilikleri bir harika. Müzede Sinop’a dair zengin bir etnografik koleksiyon mevcut. Dokuma tezgahları, yerel kıyafetler, el yapımı silahlar, tarım aletleri, alet edevatlar…
Müzenin arka taraflarındaki sokaklarda müze kadar görkemli olmasa da geleneksel mimari örnekleri var. Buralarda hayat, tevazu ile akıyor. Bir kazı alanı görüyoruz. Tabelada Balatlar Kilisesi Kazı Alanı yazıyor.
Efsaneleriyle ünlü Seyyid Bilal Türbesi’ni görmek üzere devam ediyoruz. Çok dik bir yokuşu tırmanmamız gerekiyor. İniyor, yürüyoruz. E, bisiklet bu. Bazen o bizi taşıyor, bazen biz onu.
Türbe, Cezayirli Ali Paşa Camii’nin içinde yer alıyor. 1866’da yapılan caminin özellikle minaresi çok zarif.
İçindeki türbede yatan Seyyid Bilal’le ilgili bir efsaneyi bütün Sinoplular biliyor. 675 yılında İstanbul’un fethine giden bir grup savaşçı, Sinop’ta, şimdiki Alaeddin Camii’nin olduğu yerde mola veriyor. Bunlardan şüphelenen Tekfur, geceleyin bir baskın düzenliyor. Kafası uçan Seyyid Bilal, kafasını koltuğunun altına alıyor ve buraya kadar geliyor. Bu olağanüstü durumdan ürken Tekfur, Seyyid’in İslami kurallara göre gömülmesine izin veriyor.
Caminin birazcık üstünde şehri kuşbakışı seyretme imkânı veren Şahin Tepesi’ne çıkıyor, Troya’ları oradan aşağı salıyoruz. Planda Arkeoloji Müzesi var ama ne mümkün. Kapanalı saatler olmuş.
Müzenin tam karşısındaki berber dükkanının önünde kocaman tesbihiyle pala bıyıklı bir adam oturuyor. Sinop’un en bilinen simalarından bir olan Pala ile selamlaşıyoruz. Çeyrek asırdan uzun bir süre cezaevinde infaz koruma memuru olarak çalışmış. Ama asıl ününü, cezaevi müze olduktan sonra elde etmiş. Yılların deneyiminden süzdüğü birikimini ziyaretçilerle paylaşan bir rehber olmuş. Bir süre evvel rehberliği bırakmış. Şimdi kendisini ziyaret edenlere anlatıyor.
Onun nefes kesen hikâyelerini bir solukta dinledikten sonra Alaeddin Camii’ne geçiyoruz. Cami, Seyyid Bilal’in türbesinden yaklaşık 1,5km aşağıda.
Selçuklular şehri fethettikten sonra 1214’de inşa edilen ibadethane, Selçuklu mimarisinin bütün zarafetini taşıyor. Ama etrafı o kadar kalabalık ki, fotoğraf alırken bile zorlanıyoruz. (Bu sorun Türkiye’deki birçok anıtsal yapı için geçerli maalesef.)
Onun tam kuzeyindeki Pervane Medresesi ise yaklaşık yarım asır sonra yapılmış.
Bu arada hava kapamaya başlıyor. Bulutlardan rica ediyoruz: “Gölge etmeyiniz, başka ihsan istemiyoruz!” Dinleyen kim? Burası Karadeniz.
Ve artık Hâl binasındayız. Hâl deyince insanın aklına kasalar, kamyonetler, bir hengame gelir değil mi? Burası biraz farklı.
Aslında 1950’lerde o işlevle yapılmış. Ama bir süre evvel boşaltılmış ve atıl kalmış. 2016’da Sinop Sürdürülebilir Kalkınma Derneği ve Sinopale’nin girişimiyle restore edilmiş. Adı da Hâl Sinop Buluşma Merkezi olmuş. Avlusu cıvıl cıvıl bir kültür merkezine dönüşmüş.
Bir anda dünyanın ve Türkiye’nin farklı yerlerinden gelmiş onlarca insanla tanışıyoruz.
Üst katta atölyeleri olan Sinoplu ustalarla da muhabbet ediyoruz. Heykeltıraştan terziye kadar birçok yaratıcı, bir arada işliklerini çalıştırıyorlar. Çok özel bir kombinasyon.
Müsaade isteyip Hâl’den ayrılıyoruz. Sinop sokaklarını bir de gece görmek istiyoruz.
Sahil yolu ışıl ışıl, insanlar huzurlu, gençler neşeli. (Laf olsun diye söylemiyorum: Sinop son yıllardaki istatistiklerde Türkiye’nin en mutlu şehri çıkıyor. Halkın %77,66’sı kendini mutlu hissediyor.)
Veee o bulutlar gölge etmeyi bırakıyor, asıl marifetlerini gösteriyor: Yağ yağ yağmur…
Mutlu Sinop’tan ayrılma vakti geliyor.
Selim’le vedalaşıyor. Ben mutluluk listesinin 50. sırasındaki İstanbul’a, Samed 51. sıradaki İzmir’e gitmek üzere yola koyuluyoruz.
Sinop’u görmeyi benim gibi yarım asır ertelediyseniz, acele edin. Zararın neresinden dönerseniz kârdır.