KUDRET ER

Ağustos ayının son haftası. Hava bulutlu. Bir gün öncesinde yağmur yüzünden ertelediğimiz bir röportaja hazırlanıyoruz. Tarık fotoğraf makinesini hazırlarken, ben de formamı giyiyorum. Türk bisiklet tarihinin 66 yıl öncesini birinci elden dinleyecek olmanın heyecanı içinde Üsküdar’a doğru pedal basıyoruz. 

Biz yoldayken, o ise çoktan Selimiye’deki evinden çıkmış ve buluşma yeri olan Kız Kulesi’nin önünde manzarayı izlemeye koyulmuştu. Kız Kulesi görüş alanıma girdiğinde, Kudret Er’i seçmek zor olmamıştı. Merhaba dedikten sonra pozitif havasından kendiyle barışık bir insan olduğunu hemen hissedebiliyordunuz. Forma – taytı üzerindeydi, kaskını özenle takmıştı. Üsküdar sahilinde kısa bir tur yaptık. Yaşına rağmen güçlü bacakları ile pedallara oldukça diri basıyordu. Önümde bisiklet süren 1930 doğumlu bir duayen, 86 yaşında, bacaklarında o enerjiyi halen buluyordu. Kendimize oturup konuşacak bir yer bulmadan önce şöyle söyledi “Bizdeki kaller doğrudan doğruya alüminyumdan dökülmüş, kanal açılmış karpiyelerdi. Karpiye kullanırdık netice itibariyle. Ben bu yeni sisteme çok zor alıştım, halen daha alışamadım bile diyebilirim. Ayağımı hep geri çekiyorum. Karpiyeli daha farklı bir sistem. Mesela bir trafiğin içine girdin, kendini emniyete almak istiyorsun, eğil tokasına şöyle bir dokun hafif açılır ama bunda öyle değil. Gençken uyum sağlamak kolay ama benim için durum farklı, ayak bileğimi ve dizimi esnek kullanmam gerekiyor. Ama şunu da eklemek lazım bu kallerle o kaller arasında korkunç bir fark var. Pedala bastığın yüzey farkı. Bizim kallerimizin yüzey alanı çok dardı. Yeni sistemde ise pedala yekpare basabiliyorsun.”  

undefined

Kudret Er kurucusu olduğu Muhafız Gücü formasıyla

Oturacak bir yer bulduk. Önce ayağını kilitli pedaldan o kurtardı, çünkü kısa tur boyunca bize öncü olmuştu ve mekana da böylece ilk o vardı. Ayaklarını yere koyduğunda Tarık ile bisikletlerimizden hemen atladık. Merdivenlerin yanında yapılmış dik ve metal platformdan bisikletlerimizi yukarı taşırken önce ona yardım etmek istedik ama o belli ki domestik istemiyordu. 

Bir eliyle korkulukları tuttu ve diğer eliyle bisikletini yukarı doğru iterken üçümüzün de ayakları platformda kayıyordu. Kendi işini kendi yapma belli ki eski bir alışkanlığıydı. Bisikletini bize kesinlikle vermedi. Oturduk ve önce bize yarıştığı dönem olan 50’lerde şartların nasıl olduğunu anlattı.

undefined

Kudret Er’in 100km’yi 2 saat 33 dakikada bitirdiği İstanbul yarışından

“O günlerde başka güzeldi, belki birçok şey eksikti ama yine de ayrı bir güzelliği vardı. Mesela o zamanlar güreşçi mayosu giyerdik, formadan bahsetmek ise mümkün değildi. Bayo lastik kullanıyorduk. Bayo lastiğin derdi büyüktü. Niye? Burulmuyordu. İlk lastiği taşıdığımızda sekiz yapıp omzumuza takıyorduk. Sonra sonra Avrupalılardan görerek selenin arkasına bağlamayı öğrendik. Katlayıp ikiz yapıyorduk, bir bez doluyorduk etrafına, karpiye kayışıyla sıkıyorduk sonrasında. Lastiğin mi patladı, al o yedeği sırtına, tak yenisini. Yarışlarda kendi patlağımızı kendimiz tamir ederdik, takım arabası yoktu. Zaten takım da yoktu, bireysel yarışırdık. Takım arabası olsaydı ne olurdu o da ayrı bir konu, bize vereceği bir yedek jant yoktu ki. Jant demişken, hatta o dönemlerde bende tahta jant vardı. Antrenmanlarda kullanıyordum. O da İtalya’dan geldi. Zaten Türkiye’de jant yapan yoktu halen de yok.” dedi.

Oldukça güleç yüzlü 86 yaşında biriyle sohbet etmek her zaman başıma gelen olaylardan biri değildi. Karşımda Kudret Er bütün sevimliliği ile duruyordu. Bu röportajda çok soru sorma hevesinde değildim, ona sormaktan ziyade anlatacaklarını dinlemenin daha faydalı olacağı kanaatindeydim, netice itibariyle Kudret Er’in profesyonel bisiklet sporculuğu başladığı yıllarda benim annemin dünyaya gözlerini açmasına iki yıl daha vardı. Hangi soruyu sormak en doğrusu olabilir konusunda şüphelerim vardı. Bundan 60 yıl öncesini bize anlatırken biz aklımızda anlattıklarını canlandırmaya çalışıyorduk. 

undefined

Kudret Er çocuklarıyla

“Ayakkabı da bizde farklıydı. Şimdiki ayakkabılar yoktu, kendi ayakkabımızı kendimiz yapardık. Astar ile kösele taban arasına bildiğimiz demir testeresinden bir parça yerleştirirdik. Ayakkabı dikildiğinde o parça köselenin arasında kalırdı. Bu sistemde normal bir vida kullanamazsınız dolayısıyla. Ancak dişli saç vidası kullanabilirsiniz. Avrupa’da da durum çok farklı değildi o dönemler, bizden ne kadar ileride de olsalar biz de yöntemleri onlardan görüp uyguluyorduk. Lastiği sekiz yapıp omuzlarına onlar da takıyorlardı. Sonra selenin arkasına takmaya başladıklarında biz de onlardan görüp aynı yöntemleri uyguladık. Kask da yoktu, ben de sadece Konya’da pistte kask kullanmıştım. Ayakkabıcıya gittim. Yapar mısın dedim, yaparım dedi. Önce şerit dikip içine pamuk koyuyorlardı. Hiç bir koruması yoktu.” 

1950’ler de bisiklet binmek belli ki ayrı bir özveri gerektiriyordu. Peki ya yarışlarda kullandığınız bisikletler nasıldı?

“Federasyonun bölgelere dağıttığı bisikletlerden dolayı iyi bisikletlere binebiliyorduk. 1954 senesinde benim de bu şekilde edindiğim bisiklet Terrot markaydı. Küçük aynakol 46, büyük aynakol 51 idi. O yıllarda daha küçük aynakol bulunmazdı. Şimdi 34’e kadar düştü. Bu sistemler çok farklı. Dişli oranları ile ilgili de küçük bir anım var. İrfan, Türkiye Şampiyonası’nı koşuyor gençlerde. İrfan’ı Bülent tutuyor. Uzun zamandır spordan uzaktım ve onlar da benim talebelerimdi. Hasan Sert, Osman, Muzaffer gibi milli olmuş sporcular bu talebelerin içindeydi. Bana ısrar ettiler gel de bu yarışı mutlaka izle dediler. Osman ise antrenördü ve bana sordu abi ne yapalım? Bak İrfan gidiyor, pedal kesin dedim, Kalaycıbayırı’nı çıkacaksınız Adapazarı yolundaki, aradaki mesafeyi kaybetmeden pedal kesin dedim. Tabi burada önemli olan ben hep eski dişli oranlarını göz önünde bulunduruyorum. 10-15 sene ayrılıktan sonra tabi sistemler değişmişti. Açma lastiklerden ve aynakolun dişli sayıları gibi gelişmelerden bihaberim. Ben aradaki mesafeyi kaybetmeden pedal kes dedim. Fakat İrfan da pedal kesti. Ama asıl pedal kesmesi gereken İrfan değil Bülent’ti. Kudret’in düşündüğü bir şey varsa doğrudur diye düşünmüştü. Netice itibariyle şöyle bir durum oldu. İkisi de kuvvetli. Kalaycıbayırı’na dolu fişek girsinler istedim. Neticede İrfan aldı yarışı. Fakat beni şaşırtan 15 tur olan yarışta o yokuşu nasıl çıktıklarıydı. 15 tur, bu çocuk oyuncağı değil. Biz bitmişiz ya dedim. Demek ki biz boşuna pedal çevirmiştik. Aklıma gelen buydu. Sonradan öğrendim ki 34’e kadar dişliler düşmüş. Ama 46 nerede 34 nerede, 12 diş, çocuk oyuncağı değil bu. Neticede İrfan aldı yarışı. Ben halen kendi bisikletimde 34 dişli görmedim. 39 dişli kullanıyorum, bayır gördüğüm zaman korkuyorum.”

undefined

Kudret Er artık ısınmıştı. Çaylarımızı söylerken “benimki demli olsun” dedi. Belli ki muhabbet de koyulaşacaktı. Bisiklete nasıl başladığını sormadan edemedim;

“Sporla tanışmam kardeşim sayesinde oldu. 
Kardeşim benden daha önce profesyonel olmuş bir sporcudur, yüzücüydü. İzmit’teki tüm yarışları kazanınca, onu Galatarasaray yüzme takımına almışlardı. Orada şampiyonlukları vardı. Kıskanıyordum. O gidiyor yüzüyor. Ben ise halen doğru düzgün yüzemem. O dönemde de futbol, atletizm her şeyi denedim. Ama olmadı. Sonunda tesadüfen bisikletçi oldum. Bisiklete de orada düz bir bisikletle başladım. 

O zaman Kocaeli Bisiklet Takımı antrenman yapıyor, gençlik işte, onları görünce normal bir bisikletle peşlerine takıldım. Peşlerine takıldım ama bayağı bir gitmişim ki antrenörleri Tahir Taşçı, onları bıraktı benimle geldi. Ertesi gün babamı ziyaret etti, Kudret’i alıyorum dedi. Bisiklete öyle başladım. Burada şunu demek isterim. Anne babalar çocuklarını kendi kafalarına göre bir yöne yönlendirmemeli. Çocuklarını kendi haline bıraktıklarında çocuğun yönelimi ne tarafa olursa o alanda desteklemeli. Benim ailemin desteği ise babamla oldu. Beni desteklemekten hiç vazgeçmedi. Bir şeyi anlatmak isterim. Edirne yarışları geliyordu. O zamanlar yuvarlak teneke ballar vardı. O balın içerisine fındık içi ezmiş. Tereyağı koymuş. Onları güzelce karmış, bana bir tek laf etti. Bunu dedi bitireceksin, bana boş getireceksin. İki günde o karışımı bitirdim. Yarışı da bitirdim. Bunlar önemli şeyler. Şimdi sıvılar, jeller var. Biz onları bilmezdik. Hem yoktu hem de bilgimiz yoktu. Onları bırak, başımızda bisikleti öğretecek biri de yoktu. Herkes bir şey söylerdi. Biz tecrübe ede ede öğrenirdik. Yap boz hikayesiydi bizimkisi. Dolayısıyla aslında en iyi zamanımda bisikleti bıraktığımı söyleyebilirim.”

undefined

Peki yarışlar nasıl geçiyordu o zamanlar? 

“Mesela Ankara – İzmir yarışı. Sene 1954. Ondan evvel Bursa’da yarış koştum, İstanbul’da koştum. Oralarda birincilik alınca ismim duyuldu. 53 senesinde Yugoslavlarla koştum. Ankara – İstanbul yarışı.  Böylelikle Ankara – İzmir yarışına ismen çağrıldım Kocaeli’nden. Kızılcahamam’a altıncı, Bolu’ya beşinci giriyorum ama bunlardan bihaberim. Sorarsan öğreniyorsun sormazsan bilmiyorsun durum öyle. Onları bilsen yarışa göre strateji yaparsın. Açıkçası ezbere bir yarış koşardık. Nedir ezbere? Bas! Adamın birisi atak yapmış, bas! Şimdi domestik diyorlar. Domestik hak getire, fedaiyi de bilmiyoruz. Halbuki o atakları kovalayan birisi olsa sen rahat edersin, finişe sağlam girersin.”

undefined

Ya antrenmanlar? 

Antrenmanlara çokça yalnız çıkardım. Ankara’da takımla antrenman yaptığımız da olurdu. O zamanlar Aytekin vardı. Ünal Tolun vardı, Memiş vardı, Necat Kayserili, Nejat Palazkar. Kızılcahamam’a giderdik. Gidiş dönüş 160 km. Daha fazlasına gerek yoktu zaten. Haftada en az üç kere çıkardık. Aklıma bir anı geldi, Eskişehir’de takım olarak bir yarış koşacağız, federasyonun takip ettiği bir yarış. Bizim takımımız Muhafız Gücü takımı. Ben de bu takımın kurucusuydum aynı zamanda. Ankara takımı olarak Gölbaşı’na antrenmana çıktık. Fakat gidemedik. Takım olarak ölmüşüz bisiklet gitmiyor ve hepimizde durum aynı. O kadar antrenman yapmışız ki takım olarak sürrantrene olmuşuz. Bakın dedim bizim yapacağımız bir iş yok. Buradan dönüyoruz. İçlerinde en büyük bendim. Eksik olmasınlar beni dinlerlerdi. Eskişehir’deki yarışa bir hafta var. Dönünce bisikletleri bir hafta boyunca görmeyeceğimiz bir yere saklıyoruz dedim. İtalya’dan bisiklet mecmuaları gelirdi. Hırs bassın diye onlara bakardık, onlara da bakmak yok dedim. Bir hafta bisikleti unutun dedim. Eskişehir’de Allah kerim dedim, ne olacaksa orada olsun. Eskişehir’e geldik. Herkes çok iddialı, bize sorduklarında biz yarışı bitirmeye geldik dedim. Bunu söylerken tevazu ile değil, bir hafta önce bitmişiz ya ne olacağımızı bilmiyoruz ondan. Ataklı bir yarış oldu. Atak üstüne atak. Yanlışım yoksa 125km’ yi 3 saat 13 dakikada bitirdik. Birçok arkadaş da terk etti yarışı. Mustafa Polatlı tekerlek farkıyla birinci ben ikinci gidiyorum, arkadan grup geliyor. Aytekin grubun içinde. Alır dedim yarışı. Ve üçüncü de o oldu. Bir iki üç Ankara. Ama bak idmansız bisiklete binilir mi? Binilir. Bu hale düştüysen binilir, ufak bir ısınma yapar sonra basarsın, gidersin. Ama idmanlısın, formdasın bisiklete binmemişsin işte o zaman gidemezsin. Ben o yarışta 14-22 kullandım. Aynakol ise tek ayna 48 idi. Meşhur Kanlıpınarları yokuşunu böyle bir bisikletle çıkmıştım.” 

undefined

Önde Kudret Er, ardında Sait Toy ve Kemal Ünal Ankara – İzmir yarışı finişinde 

Yarış bisikletlerinde dişli oranları çok önemli. Peki yarış tekniğiniz nasıldı?

O sene yine Kasım ayında İstanbul – Edirne yarışı koştuk. Ertesi gün ise Edirne – İstanbul yarışı koştuk. O yarışta da aynı bisikleti kullandım. 11kg ağırlığında bir bisikletti. Bisikletçiler arasında da kötü bilinen bir İtalyan malı bisikletti. Ona kötükanlı derdim. 48 dişli tek aynakol. O rotada Devebağırtan yokuşu vardı.  Çıktığımız yokuş zaten adından belli, Devebağırtan. 260km gidiş 260km dönüş yarışıydı. Dönüşte de etabı aldım. Genel klasmanda da kürsüdeydim. 52 senelerinde 46-51’ler. 55 senesinde ise 42 aynakollar görülüyordu. Ben bir kere seri adamım. Küçük dişliyi seri çeviren sert dişliyi de çevirir. Ama aksi olmaz. Mesela 16’lı çevirenin yanında 17 veya 18 dişlisi çeviriyorsan her an geçersin onu. 14’lü dişliyi az kullanırdım. Bizim zamanımızda daha küçüğü yoktu. Yokuş aşağı veya finişte kullanıyordum. Seriye alıştırmıştım kendimi. Mesela hiç kramp girmedi bana. Sert dişlide çevirirsen, antrenmanın da eksikse kramp girer. Sprintede sol ayağımı kullanarak kalkarım. Benim için bisiklette sol ayak yemek yerken sağ el kullanmak gibidir. 

Kudret Er’e lakabını ise Muhafız Alayı’nda takmışlar. Muhafız Alayı Bisiklet Takımı’nın da kurucusu olan Kudret Er bize o günleri de anlattı;

“Muhafız gücünde hızlı derlerdi bana. Hızlı geldi hızlı gitti derlerdi. Çünkü antrenmanda ısınma diye bir şey bilmezdim. Atladığım gibi basar giderdim. Muhafız Alayı Bisiklet Takımı ise şöyle kuruldu. Ben asker oldum, Mamak’tayım. Muhafız Alayı’na geldim. Federasyon başkanı o zaman Talat Bey’di. Talat Bey’e gittim, ben koşmak istiyorum dedim. Gidiyorum geliyorum nafile. Babama mektup yazdım. Saadettin Yalınlı ve Nusret Polat vardı eski milli bisikletçi miletvekillerimizdi. Saadettin Bey’e durumu bildirdik. 
O arada acemiyken bir mahalli gazetede benimle ilgili bir yazı yazılmış. O gazete yazısını bir arkadaşım bana mektupla göndermiş. Tabi gazete bana gelene kadar komutanlar bütün mektupları okuyorlar. Tam dağıtım oluyor ben heyecan içindeyim. Bisiklet getirdiler ben acemiyken. O meşhur bisikleti getirdiler. Kötükanlıyı getirdiler. Ve o yazının sayesinde acemiyken bisiklete bindim ben. 
Büyük bir avantajdı.  Dağıtım olduğu zamanda beni Muhafız Alayı’nın hemen arkasındaki bölüğe verdiler. 

undefined

Ortada güneş gözlüklü Kudret Er ve Kocaeli Bisiklet Takımı

Bir hafta sonra da beni Muhafız Alayı’na aldılar. Beni misafir ettiler. O zaman Sebahattin Erman yüzbaşıydı daha sonra beden terbiye genel müdürü oldu. Fenerbahçe’nin futbolcularından Bomba Sebahattin olur kendisi. Onun gayretleri ile Muhafız Alayı Bisiklet Takımı’nı kurdum ve teskere aldım. Muhafız Alayı Bisiklet Takımı ile Türkiye ikincisi oldum. Sebahattin Erman ağırlıklı olarak futbola eğiliyordu. Futboldan başka basket, güreş ve maraton düşünmüşler. Ben ise birkaç isim verdim. Sefa Aytekin, Eskişehir’den Fehmi Kürsü gibi isimler verdim. Yılmaz Markacı, Mustafa Palazka, Celal Fidan. O zamanın en iyi bisikletçileri, beni saymazsan tabi. Ben teskere aldım ve üç ay sonra onlar geldi. İstanbul’dan arkadaşlarımla beraber hayvan vagonlarında geldik. O zamanlar öyle normal vagonlar yoktu.  

O zamanlara göre teknoloji çok ilerledi peki ya o zamanki yarışlarda dereceler nasıldı?

Eskişehir’de 125km’yi 3 saat 18 dakikada koştum. 100km’yi 2 saat 33 dakikada koştum. Çok iyi ortalama. O zamanlar 1059 kilometrelik yarışta biz sadece 200km asfalt görürdük. Yarışları trafiğe açık yollarda yapardık. Bu şartları düşündüğünüzde çok iyi derecelerdi. 

Peki eski yarışlardan aklınızda neler kaldı?

İstanbul – Edirne yarışı. Yokuş çıkıyoruz, Edirne’ye ben 5. girdim. Sait’in kaçıncı olduğunu bilmiyorum. Aynı yolu geri dönüyoruz, şimdiki ruble farkını bir kenara bıraktım benim aynakolum 48. Yokuşu çıkıyoruz. Konyalı Ahmet Renkyorgancı da yarışta ve iyi bir pistçidir. Biz sıyırdık grubu. Sait, Ahmet ve ben Devabağırtan yokuşunu çıkıyoruz. Ben Sait’i Muhafız Alayı’na alabilmek için yarışı ona vermek istiyorum. Kafamdan geçen o. Sait bir atak yaptı yokuşun tepesinde, arkasından ben bastım tabi. Ben 48-22 çeviriyorum o zaman. Ahmet Renkyorgancı tepeyi bitiremedi, düştü sonra tekrar kalktı bindi. Yokuşun son 50-100 metresinde olan bir atak bu. Bize ayak uyduramadı. Biz Sait Toy’la beraber Topkapı’ya giriyoruz. Arayı çok açtık, değişerek gidiyoruz. Ama bir Allah’ın kulu aranızdaki mesafe şu diye söylemiyor. Böyle bir bilgi olsa ben genel klasmanı alacağım. Veya Sait alacak. İkimizden birisi alacak neticede. Çizgiye yaklaştık, aşağı yukarı 500 metre falan kaldı. Arabaların arkasından birisi, Allah rahmet eylesin İstanbul’lu bisikletçilerden Ekrem Özkahya bas dedi Ahmet geliyor, aman bas Sait bas Sait dedi. Nasıl gelir biz arayı çok açmıştık. Yolu da bilmek çok önemli. Topkapı’nın bitiş yeride meyillidir. Serilik burada öne çıkıyor. Ben tam orada hadi Sait hızlı, hadi Sait deryara gir dedim. Kafama koydum ya ben zaten almışım alacağımı ama 18 ile bisikleti kaldırdığım için Sait arkamda deryara girene kadar ben yarışı bitirmişim. Seriliğin faydası bu, o mutlaka 14 çeviriyordu. Eğer Ahmet Renkyorgancı o şekilde gelmeseydi ben yarışı Sait’e bırakacaktım. Bu tip şeyler o zamanlar maalesef oluyordu. Ben hayatımda ne yarış terk ettim ne de arabanın deryarına girdim.

undefined

İstanbul Edirne Yarışı, 1955 Kudret Er (sağ alttan üçüncü)

O yıllarda en büyük rakibiniz kimdi?

En büyük rakibim Aytekin İpek’tir. Hayatta kimseden çekinmemişimdir. Ama Aytekin’i viteste geçememişimdir. 

 Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Aytekin mesela kendini iyi hissetmediği zaman yarışa girmezdi. Bir keresinde rahmetli Aytekin’i finişe ölü getireceğim dedim ama gene aldı yarışı. 150 metrenin içerisine sokunca hiç affetmezdi. Onun hocalığını da Erol Kumcuoğlu yaptı. Çok seri çevirirdi. O da sprintçidir. Sollan basarken sağlan çekmesini bilir. Allem edeceksin kallem edeceksin sabredeceksin ve rakibini o son 150 metreye getireceksin, sen erken kalkarsan sonunu ise getiremezsin. 

Profesyonel bisiklet hayatınız nasıl noktalandı? 

1959’da bırakmamın sebebi sırf milli takım davasından. O zamanlar bir Mısır yarışı gündeme geldi. Etaplı bir yarıştı, 11 etaplı ve ben de etapçıyım. 1954’te hem Bolu – Adapazarı uzun mesafe yarışını alıyorum, hem kısa mesafe olan Adapazarı – İzmit yarışını alıyorum. Yani hem süratliyim hem mukavemet edebiliyorum. Bu herkeste olan bir şey değil. 56 senesinde federasyon yarışlarında puanlama da yine birinciydim. Ama benim için Kudret Er’i tanımıyoruz demişler. Neticede Mısır’a götürülmedim. Bir küskünlük yaşadım ve 59’da bisikleti bıraktım. İzmit’te ajanlık (bisiklet il temsilcisi) yaptım. Kocaeli’nde takım çalıştırdım. 76’ya kadar bisiklet ajanıydım. 76’da tayinle İstanbul’a geldim. Hasan Sert, Osman Ali,  Muzaffer Ertürk gibi milli sporcuları buldum yetiştirdim. Babaları gibiydim. Haluk Günözgen, Adapazarlı Lütfü’de bile emeklerim az çok oldu. 

undefined

Cumhurbaşkanlığı Turu?

O zamanlar Marmara Turu vardı. Ondan sonra Asya turu denildi. Bisikleti bıraktığım 1959’dan sonra ısrar üzerine girdim. Takımın bir şeyler yapması için. Nitekim Osman yine bir şeyler yaptı o yarışta. Tekirdağ etabında bizim Osman Alev’in lastiği patladı. İndim bisikletten kendi bisikletimi verdim. Onun bisikleti 60 kadro. Benimkisi 53. Benim o bisikleti kullanmam için yatırmam lazım. Kulakları çınlasın. Çetin Yüce de yeni başlamış bisiklete. O müsabakayı girmiş. Baktım o da geliyor. Yedek lastiğini ver dedim. O da yaşımın büyük olmasından çekindi benden, verdi lastiği. Tamir ettikten sonra, bisiklet büyük olduğu için ben kadro üzerinde gittim ve Osman’a yetiştim. Al bisikletini ver bisikletimi dedim ve finişe ikinci girdim. Lassa’da anlatmadığı kimse kalmamış. Beni onlarla tanıştırdı. 

86 yaşında halen aktif olarak bisiklet sporuyla uğraşıyorsunuz. Sırrınız nedir? 

86 yaşında halen spor yapabilmemi spor disiplinine borçluyum. Yemeye içmeye dikkat ederim. Sigara hiç kullanmadım, uykuma dikkat ederim bu sporun verdiği disiplin. Bütün bunları bisiklet sporuna borçluyum. 10 yıl önce eşimin vefatından sonra da hayata bisikletle tutundum. Şimdi Bostancı ve Beylerbeyi’ne girmeden Anadolu yakasında bisiklete binmeye devam ediyorum. Haftada üç gün binmeye çalışıyorum. Ben hayatımda hiç kaza görmedim. 

Genç sporculara ne tavsiye edersiniz?

Bugün antrenmanda ya da yarışlarda, genç arkadaşlara birbirlerini destekleyerek gitmelerini tavsiye ederim. Biri 300 metre çekiyor diğeri 200 metre çekiyorsa birbirlerine burun kıvırmasınlar. Biz hep yalnız başımıza yarıştık, bizim için bisiklet bireysel spordu. Devamlı bas şeklinde yarışırdık. 50 metredeki telefon direklerinden mesafe ölçerdik. Direklerden hayali rakip yapar basardık. 

Ama bisiklet aslında takım sporudur. Bisikletin takım sporu olduğunu unutmasınlar.

Benzer Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir