Hayır, hayatım kötü değildi. Vazgeçtiklerim kurtulmak istediklerim de değildi hep sorulduğu gibi. Tom Sawyer olmak istemiştim küçükken yaramazlıklar yapan, sonra Huckleberry Finn gibi gamsız olan, reddeden… Axel Lindenbrock gibi arzın merkezine seyahat edecek cesareti gösterebilen ya da Baudolino gibi kendi seferine çıkan ve savaşan… Santiago gibi gidip yaşadıklarını altına çeviren ve sevdiğinin yanına dönen bir simyacı olmayı, Holden Caulfield gibi bütün işi çavdar tarlalarının içinde uçuruma giden çocukları yakalayıp kurtarmayı düşleyen biri… Don Kişot gibi atımı değirmenlere sürüp kendi kavgamı vermeyi… Cyruss Smith gibi çevreme güven aşılayan, Mişel Strogof gibi sabırlı ve güçlü olan… Ve Küçük Prens gibi dünyaya gitmek istiyordum, anlamak öğrenmek için…
Kısaca, hayat yaşadığım gibi miydi yoksa kitaplarda anlatıldığı gibi mi? Kendi gözlerimle görmek istediğim şeyler vardı ve kendimi sınamak istiyordum, yapabilecek miydim?
Başlıyoruz
8 Mart 2014 günü ilk pedala bastım. Yanımda yakın çevrem, Pedalşörler Bisiklet grubu ve o gün tanıştığımız yeni dostlarla çıktık yola. Yoğun yağmurlu bir gün olmasına ve Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne denk gelmesine rağmen 70 bisikletli yanımdaydı ve bir kısmı ilk iki gün bana eşlik edecekti. Her pedal ileriye atılsa da aslında beni 14 yıl geriye götüren bir zaman makinesiydi bisikletim ve çocukluğuma geri dönerken cebimde bunca yıllık tecrübelerim de vardı. Profesyonelce hazırlanmış değildim tura. Kamp ocağım, arkadaşım Irkın’ın dedesinden yadigar, kendi imalatı olan 50 senelik bir ocaktı. Planım veya rotam yoktu. Sadece Ayvalık’ta yaşayan anne ve babamı yolculuğumun içinde görmek istiyordum. Dolayısıyla bir Ege, sonrası Akdeniz, Akdeniz bitince de kuzeye çıkar oradan İran’a girerim şeklinde düşünüyordum. Plan en ince detayına kadar buydu. Sonrası yoktu ve hiç olmayacaktı. Çünkü daha sonra yolculuk içinde planlarımı daha da az detaylandırmaya ve hiç plan yapmamaya karar verecektim.
İlk 15 gün Pedalşörler Bisiklet Grubu’ndan arkadaşlarım Cem Ateş, Mert Yurtgezer, Mesut Bayrak, Savaş Uzun ve Ahmet Yarlıgan ile beraber farklı zamanlarda pedalladık ve yalnız değildim. En son Ahmet abi ile Gazipaşa’da vedalaştık ve turuma sonrasında yalnız devam ettim.
Bisiklet ve ekipman dahil yüküm 70 kg idi. Daha önce bu kadar ağır bir yükle bisiklete binmemiştim. Ama enteresandır ki siz ne kadar yüklerseniz yükleyin bisikletle ilerlemeyi başarıyorsunuz. İlk bir iki gün biraz zorlandığım rampalar olsa da yine de Türkiye’yi 40 günde tamamladım. 3300 km kadar bir yolculuğum oldu. Ege ve Akdeniz’den sonra Adana’dan kuzeye yöneldim ve Iğdır sınır kapısından İran’a giriş yaptım. Aşağıdaki hikayeden sonra Van bisikletçilerinden İsmail Soyalp dostluğunu esirgemek istememiş, işe gitmeyerek yanıma gelmiş ve Tendürek geçidini tırmanırken beni yalnız bırakmamıştı. Türkiye’nin doğusundan batısına harika anılar yaşadım. Türkiye etabını günde 100 – 130 km arası bisiklet sürerek tamamladım. Doğu’da beni Diyarbakır’da misafir eden Kadir abi, ertesi gün ‘’Ya bu çocuk yolda bir şey bulamayıp aç kalacak’’ diyerek, işini gücünü bırakıp arabasına atlayacak, 60 km mesafe gelip önümde duracak ve bana dürüm verip geri dönecekti. Köydeki öğretmenler yapmak istediklerimi duyduklarında biz Batı’daki insanları bize karşı önyargılı bilirdik deyip sarılacak ve en azından sadece fikrim uğruna duygulanıp, mutluluk gözyaşı dökecekti.
Sapanla bana taş atan çocuklar da olmuştu, yabancı sanıp arkamdan küfür edenler de. ‘’Buraya kadar geldin güvendesin, daha ileriye gitme, bundan sonrası tehlikeli’’ diyen onlarcası da…
Akşam nerede kalacağımı bilmeden yola karışırken bisikletimle, ‘’Çadırda üşürsün!’’ diyerek bana tırının dorsesinde yer verenlere minnettarım. Tatvan’da yolda karşılaştığım biri, ‘’Olmaz, dışarda kalmana gönlüm razı gelmez’’ deyip beni zorla otele yerleştirip parasını da cebinden ödediğinde o 30 lira ile kim bilir ne almaktan vazgeçecekti o ay?
Yol güzeldi. Bisiklet, yola başlarken bir zaman makinesiydi benim için. Bazen bir araç oldu beni taşıyan, bazen de köprü oldu beni insanlarla kucaklaştıran…
Küçük bir yol hikayesi
Güneydoğu’da bir yerlerdeyim. Buğday tarlalarının oluşturduğu engin yeşil bir denizin içinde pedallarımla büyük büyük kulaç atıyorum… Güneş battı batacak. Kara görünmüyor bir türlü. Tam yol ileri diyorum içimden, sığınacak bir liman arıyorum kendime. Rastlantılara bırakıyorum kendimi çünkü yolda olmanın en sevdiğim şekli bu. Bu akşamla ilgili hiç bir plan yok. Bir şekilde halledeceğiz işte. Rampadan aşağı salınırken bu halde, sağımda beliren bir korucu kulesinden ses geliyor; ‘’Çay içer misin?’’ Neden olmasın diye düşünüp duruyorum hemen.
Tel örgülerden oluşan kapı açılıyor. Barınağın içine giriyorum. Tam zamanında yetişmişim. Yemek hazır ve toplam yedi kişiyiz. Davetsiz misafir olmama rağmen, yemekler eşit dağıtılıyor kaplara. Kimim nereliyim sorulmuyor. Önce yolcunun nefes alması bekleniyor, sonra da karnını doyurması. Sonra bir sohbet başlıyor ki kanlar kaynıyor birbirine hemen. ‘’Abi!’’ diyorum, ‘’Bu gece ben burada kalayım’’ Sormam hata olmuş olacak ki; ‘’İstersen bir yıl kal, sen misafirimizsin’’ cevabıyla yatak döşek hazırlanıyor hemen. Geçim sıkıntılarının en derin yaşandığı yerlerdeyim. Ama paylaştıkça eksilmediğini bilen bu insanların yanında huzur var. Rotamdaki her ülke hakkında benden daha çok fikir sahibi olan bu şartlarda dahi araştıran soran sorgulayan insanlar var yanımda. Yarım günde yarım ömürlük yol alındı zihinler arasında.
Sabah kahvaltısından sonra gözlerden süzüldü kelimeler… Sonsuza kadar kardeşiz artık… Yola koyulduktan sonra bir kez daha baktım arkama ama barınak gözden kaybolmuştu… Bir kere daha içimden geçirdim; hayat çok güzel…