GENİŞ AİLE

GENİŞ AİLE

Yazı  İNAN ÖZDEMİR

Uzun ve ilginç bir akşamdı. 2015 Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu sona ermişti ve kapanış partisinde herkesin yüzünde haftanın keyfi kadar yorgunluğu da vardı. Bir yanda Mark Cavendish arkadaşlarıyla sohbet ediyor, diğer yanda genç bisikletçiler sosyalleşmeye çalışıyordu. Şans eseri, Eurosport ekibini temsilen Caner Eler ve Sarper Günsal’la birlikte bulunduğumuz ortamda Patrick Lefevere ile yan yana düşmüştük. Quick-Step patronu olarak 2000’ler bisikletine damga vuran Belçikalı, yaşayan bir efsaneydi bizler için. Ortalama üstü bir bisiklet kariyerinin ardından yöneticiliğe soyunmuş, 1990’ların yıldız takımı Mapei’de önemli roller edinmişti. 2003’te Quick-Step–Davitamon adıyla başlayan efsanevi takım da onun eseriydi. Mapei geleneğini almış, milenyum sonrasında, bambaşka bir dünyada yaşatmayı sürdürmüştü.

Paolo Bettini’den Tom Boonen’a, Johan Museeuw’den Michal Kwiatkowski’ye kadar birçok yıldızı rahle-i tedrisinden geçiren tecrübeli isim o akşam heyecanlıydı. Geride kalan haftada yıldızı Mark Cavendish, üç etap kazanmıştı ve karizmasıyla Türk bisiklet seyircisini bir kez daha etkisi altına almıştı. O günlerde herkes Cav’in bitmek üzere olan kontratından söz ediyor, Belçika takımıyla devam edip etmeyeceğini merak ediyordu. Fakat Lefevere’in heyecanının arkasında bu yoktu. Evet, aynı konu üzerinden ona yöneltilen sorularla muhatap oluyor, daha görüşmelerin devam ettiğini ifade ediyordu. Lakin o akşam sözünü etmek istediği başka biri vardı: Marcel Kittel…

Tecrübeli spor adamı, Alman sprinterin nasıl yetenekli, etkili, güzel olduğundan bahsetmek istiyordu. Durmadan. Karşımdaki ismin Bahar Klasikleri konusundaki hassasiyetini bildiğimden ben arada konuyu başka bir Alman yeteneğe, John Degenkolb’a getirmeye çalışıyordum. Degenkolb o sene Paris-Roubaix kazanmıştı ve aynı çizgide giderse birkaç sene boyunca klasiklere ambargo koyma ihtimali vardı. Lefevere söylediklerimi saygıyla dinlese de fırsat buldukça sohbeti yeniden Kittel’e çekiyordu, “Degenkolb da iyi ama…”lı cümlelerle sürekli odağını esas gözdesine çeviriyordu.

Bütün bunları neden anlattım? Elbette Patrick Lefevere’in nasıl büyük, vizyoner bir yönetici olduğunu o geceki yarım saatlik sohbette çözdüğüm iddiasında değilim. Ama o gün, söylediği birkaç cümle bile, bu renkli adamın nasıl bir mantaliteye sahip olduğunun kanıtı gibiydi. Zira iyi bir yönetici sadece dün ve bugünle uğraşmaz, yarını da düşünür.

O günkü başarılar ya da hayal kırıklıkları elbette mutlu olmak ya da ders çıkarmak için önemlidir. Ama daha mühimi gelecekte ne olacağıdır. Zira zirveye çıkmak kolaydır, zor olan zirvede kalıcı olmaktır. Nitekim, o muhabbetten birkaç ay sonra Quick-Step’in Mark Cavendish’le yola devam etmeyeceği açıklandı. Yeni transferleri Marcel Kittel’di. İki yaz sonra, Kittel’in beş Fransa Bisiklet Turu etabı kazandığı sezonun ardından Lefevere, Alman yıldızıyla vedalaştı, Kolombiyalı yeteneği Fernando Gaviria ile yola devam etti. Yüzlere ve özgeçmişlere takılmadı, devamlılığı her şeyin önüne koydu. Belki de başarısının esas sırrı buydu.

Kültür

Bisiklet bireysel bir spor mu yoksa takım sporu mu? Bu soru ezelden beri tartışılır durur ve galiba en isabetli cevabı “Bisiklet, bireysel yapılan bir takım sporudur” cümlesinde gizlidir. Ama ilginç olan, seyirci kültürünün de bu karmaşanın ortasında yeşermesi. NBA izleyen biriyle konuşurken “Los Angeles Lakers taraftarıyım” dediğini duyabilirsiniz. O taraftar muhtemelen takım son sıralara demir atarken de desteğini sürdürür, LeBron James’i transfer ederken de… Oysa bisiklet izleyen birine aynı soruyu yöneltemezsiniz. Ya da formatı biraz değiştirmek zorunda kalır, favorilerini ancak bireyler üzerinden konuşabilirsiniz. Yanıt da muhtemelen şu minvalde olur: “Klasiklerde Peter Sagan’ı, büyük turlarda Thibaut Pinot’yu tutuyorum.” Zira takımlar geçicidir, sponsorların sirkülasyonu her sene ekipleri ve organizasyonları değiştirir, mayolardaki renkler, ekiplerdeki yüzler sürekli farklılaşır. Mali düzen hep beraberinde hareketliliği getirir ve bu hareketlilik her zaman olumlu bir şey değildir. Bu yüzden de bisiklet hem bir takım sporudur hem de…

Fotoğraf IRI GRECO

Zaten oldum olası ekonomik krizin pençesinde dolaşan bisiklete dair çareler üretilirken bu sorun da hep gündeme getirilir. Zira sıradan seyirci için elbette yüzler ve bireyler önemlidir ama devamlılık açısından takımların ve renklerin de ehemmiyeti vardır. O yüzden bazı istisnalar öne çıkar. Patrick Lefevere’in Quick-Step’i mesela bunlardan biri. Yıllar içinde sponsor değişimleri yaşayan takım Quick-Step–Davitamon’dan Quick-Step Floors’a kadar farklı isimler almıştır. Yukarıda bazılarını saydığımız yıldızlar da bisikletin sirkülasyonu içinde gidip gelmiştir. Ama sabit kalan bir şey vardır. Takımın kültürü. Yüzler ve isimler değişse de bir bisiklet yarışı izlediğinizde Quick-Step’in ne yapacağını bilirsiniz. Ve yine bu sporda çok rastlanmayacak bir şekilde, onların seyircisi olabilirsiniz. 

Mavi trenin iki uzmanlık alanı vardır. Her sene onların klasiklerde etkili olacağını bilirsiniz zira Şubat ayından Nisan’a kadar hem arnavutlu kaldırımlı Bahar Klasikleri’nde hem de yüksek zirveli Ardennes Klasikleri’nde iddialı olurlar. Mavi tren, bu yarışlarda sadece bir yıldızla da öne çıkmaz, hep birden fazla karta sahip olur. Size favori olarak Tom Boonen gibi meşhur yetenekleri gösterirler ama bazen Stijn Devolder ile kazanırlar, bazen de Niki Terpstra ile… Kültürleri, stratejileri bu yarışları önde koşmayı zorunlu kılar ve onlar da özellikle iki anıtsal klasikte, Paris-Roubaix ve Ronde van Vlaanderen’de bu görevlerini en iyi şekilde yerine getirirler.

İkinci özellikleri ne? Biraz klasiklerle bağlantılı olarak her zaman sprinterlere yatırım yaparlar, büyük turlara dağlarda damga vuramayacaklarını bildikleri için düzlükte fark yaratmaya çalışırlar. Bütçelerinin büyük bir kısmı da bu iki alana gider. Çok iyi altyapı bilgisi olan ve Julian Alaphilippe gibi yetenekleri erken yaşta keşfeden takım, parasını genelde büyük klasikçilere veya sprinterlere harcar, onların etrafını da harika takım arkadaşlarıyla doldurur. Zira Lefevere, istikrarlı ve dominant olmanın yalnızca yıldızlardan geçmediğini bilir. Bu sayede beş yıl üst üste bisikletin en çok yarış kazanan takımı olmayı başardılar. 2018 bittiğinde bu payeyi altıncı kez üst üste elde edecekler.

Sıfat

Quick-Step bisikletçilerinin birlikte yarattıkları bu kültür için kullandıkları, medyanın diline pelesenk olan Wolfpack de bu istikrarın ve hegemonyanın karşılığı olan bir sıfat. Parlak bir isim ve imaj bulmanın her şeyden daha önemli olduğu çağda bu da Quick-Step’e farklı bir hava getirdi ve sezon boyunca takımın her başarısında öne çıktı. Peki ne demek? Belçika takımına göre açıklaması şu: “Wolfpack bir ailedir, beraber hareket eder ve yaşar; kimse arkada bırakılmaz, çünkü Wolfpack’in gücü birlikteliğindedir. Ekip içinde yıllardır bulunan bu anlayışa böyle bir isim taktık. Biz bir aileyiz, beraber yarışır, kazanır ve yaşarız. Kimliğimizin temelinde takımın bireylerden daha güçlü olduğu anlayışı yatar. Bu ruh, uzun süredir mevcuttur ve bisikletçilerimiz tarafından zorlu arnavutlu kaldırımlı yollarda ve kırıcı dağlarda, klasiklerde, büyük turlarda ve küçük yarışlarda, soğuk havada ve sağanak yağışta tekrar tekrar kanıtlanır. Çünkü biz günün sonunda şunu biliyoruz ki, yaşam ne gösterirse göstersin, güçlü olursak ayakta kalırız, bölünürsek yıkılırız.”

Resmi, güzel ve biraz da reklam kokan bu açıklamanın gerisindeki gizemi ise sportif direktör Brian Holm şöyle açıklıyor: “Bu, ben 2012’de takıma ilk geldiğimde ortaya çıkmıştı. Bazı e-maillerde kullandığım bir şakaydı aslında başta. Çocukluğumda, Kopenhag’da büyürken komşu bir çete vardı ve tehlikeli karakterlere sahip olan bu grup kendisine ‘Wolf Pack’ derdi. Yıllar içinde takımda da aynı isim moda oldu. Geçen sene, İtalya Bisiklet Turu’nda Bob Jungels bu kelimeyi basına kullanmaya başladı. Quick-Step reklam direktörü Alessandro Tegner de oradan hareket etti. Sonra da yayıldı zaten.” Danimarkalı isim, Jacques Anquetil’e düşkünlüğüyle bilinir ve yarım asır önce Fransız bisikletçinin yeteneği kadar imajıyla da iki tekeri nasıl etkisi altına aldığını iyi bilir.

Fotoğraf BATUHAN ÖZDEMİR

Mavi tren, Wolfpack’le de güzel bir etki yarattı. Başlangıçta bir şaka olan bu slogan, takımın 2003’ten beri sürüp giden mantalitesini çok iyi yansıttı. Öyle ki Lefevere’in öğrencileri, Team Sky ve sürekli ismi değişen Garmin’le (ya da Cannondale) birlikte sporun en çok bilinen ekip kültürünü yarattı. Ve arkalarında patronları, Çek milyarder Zdenek Bakala olsa da takım bunu tahmin ettiğimizden daha düşük bir bütçeyle, her sene yeni sponsor avına çıkarak ve bazı kilit karakterlerini kaybetmek zorunda kalarak başardı.

Yıllar içinde Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu’nda da onların izlerini gördük. Sadece Mark Cavendish gibi yıldız isimlerle kazanmadılar, Iljo Keisse gibi alçakgönüllü bir görev adamıyla 2012’de, Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu tarihinin en özel zaferini elde etmeyi de başardılar. O yedinci etabı hatırlamayan var mı? Şimdi yeni bir Türkiye Turu’na doğru yol alırken yine onları görecek olmanın heyecanını yaşıyoruz. Wolfpack bir kez daha buralara uğrayacak ve yakıcı bir şekilde değişen sporda kalıcı olmanın ne kadar değerli olduğunu gösterecek.

Peki nereye kadar? Belçika takımını önümüzdeki yıllarda da izlemeye devam edebilecek miyiz? Şimdilik, öyle görünüyor. Bir röportajında Patrick Lefevere, “Takımın geleceği için endişeli misiniz?” sorusuna şu cevabı vermişti: “Değilim çünkü ben yaşlı bir adamım, yarın çıkıp emekli olabilirim. Esas iki tekerin geleceği için endişeliyim zira yüreğimde hâlâ bisiklet var. Bu güzel sporun yaşamasını istiyorum.”

Biz de yaşamasını istiyoruz. Hem bu güzel sporun hem de bu güzel takımın…

Benzer Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir