Yazı AYDAN ÇELİK Fotoğraf ÖZGÜR ÇELİK
2018 baharında yolum bir şekilde Japonya’ya düştü. Kendine mahsus bu “gezegen”nin, Nagoya şehrinde bir ay geçirdim. Miyazaki ve Kurosawa gibi üstatların objektifinden gördüğüm ülkeyi kendi retinamdan gözleme şansı buldum. O gözlem günlerinden beri Cyclist Türkiye’ye bir yazı borcum var.
Hem Japonya’nın bisiklet kültürüne dair, hem de burada doğup, dünyaya yayılan pist yarışı Keirin üstüne bir şeyler karalayacaktım. Nedense elimdeki dağınık notları bir türlü düzene sokamadım ve yazı 2019’a sarktı. Popüler deyimle: “Borcu yeniden yapılandırıyorum.”
Bisikletli anneler
2 milyondan bir tık fazla nüfus barındıran Nagoya’da gözüme çarpan ilk şey bisikletli anneler oldu. Çok sayıda genç kadın, çocuklarını bindirdikleri elektrikli bisikletlerini neşe içinde sürüyordu. Bu kaygısız görüntü Tokyo, Yokohama, Hiroşhima, Nara gibi gördüğüm diğer kentlerde de farklı değildi.
(“Muhtemelen dünyanın en kibar şoförleri bu ülkede yaşıyor” diye bir cümle kuracaktım ki, internette basit bir tarama yapınca dünya genelinde bunun ortak bir kabul olduğunu gördüm. Söz konusu nezaket kültürü, sadece şoförler için değil, ortalama her Japon için geçerliydi.)

Nagoya, kadınların güvenle bisiklet kullandıkları bir şehirden ibaret değil. Burası aynı zamanda dünyanın en kalabalık kadın maratonunun yapıldığı yer. 2018’de kainatın dört bir yanından 21.915 kadın NaGOya’da buluşmuş ve koşmuş. Şehir, her yıl artan katılımla Guinnes rekorlar kitabının gediklisi olmuş.
Fixiciler
Bisikletli annelerden sonra göze en çok çarpan bisikletçi modeli, freni, vitesi olmayan sabit (fixie) bisiklet kullanıcıları idi. Özellikle Tokyo, bu tür bisiklete binen gençlerle doluydu. Dünyanın en kalabalık yaya geçidi Shibuya’da balık sürüleri gibi akan yayalar arasında her zaman birkaç hipster görmek mümkündü. Her birinin bisikleti ve tarzı kendine mahsustu.
Peki ya yol bisikleti?
Doğrusunu isterseniz kaldığım süre boyunca şehir içlerinde çok fazla yol ya da dağ bisikleti görmedim. Spor bisikleti kullananlar, çoğu yerde olduğu gibi, hafta sonları buluşup şehrin çeperlerinde sürüyormuş.
Fakat, nefis bisiklet mağazaları olduğunu itiraf etmem gerekir. Yolunuz düşerse özellikle ikinci el mağazaları tavsiye ederim. Buralarda çok az kullanılmış, garantili ikinci el yol bisikletleri ve malzeme bulabilirsiniz.
Bizim çekçek diye bildiğimiz Jinrikişa 1869’da Yokohama’da icat edilmiş. Ama icadın sahibi bir Japon değil. Amerikalı misyoner Jonathan Scobi.
Buna mukabil, Cem Yılmaz’ın (yoksa Metin Akpınar mıydı?) deyimiyle “her Japon evinde video cihazı yapmadığı” gibi, her Japon’un bisikletinde de Dura-Ace ya da XTR yok. Japonlar ürettiklerini tüketmek yerine, ihraç ediyorlar ve bu yüzden her yıl dış ticaret fazlası veriyorlar. Bunun göstergelerinden bir tanesi ulaşımını iki tekerle sağlayan insanların aynı Hollanda’daki gibi son derece mütevazı bisikletler kullanması olabilir. Dünya bisiklet endüstrisinin açık ara en güçlü oyuncusu Shimano bir Japon markası olmasına rağmen, Japonlar İtalyan markalarına pek meraklı görünüyor. Mağazalarda Colnago’ya öyle bir muhabbet, Campagnolo’ya öyle bir hürmet var ki sormayın gitsin. (Japonca’da “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” diye bir atasözü var mı bilmiyorum.)
Başka tür bir iki tekerli: Çekçek
Bizim çekçek diye bildiğimiz alet 1869’da Yokohama’da icat edilmiş. Ama icadın sahibi bir Japon değil. Amerikalı misyoner Jonathan Scobi, engelli eşini taşımak için bu aleti tasarlamış. Japonlar da “insan gücüyle çalışan araç” anlamında Jinrikişa diye bir isim koymuş.

İnanılmaz bir hızla yayılan rikşa, Asya’nın bazı ülkelerinde halen kullanılıyor. Ama burada folklorik bir unsur olarak Tokyo, Kyoto gibi turistik şehirlerde görülüyor.
Yürek burkan üç-tekerli
Japonya’da gördüğüm bisikletler içinde en çarpıcı olan Hiroşima’daydı.Bildiğiniz gibi, 6 Ağustos 1945’te, tarihin ilk atom bombasının atıldığı Hiroşima’da yaklaşık 150 bin insan hayatını kaybetti.
Adı, alay eder gibi “Little Boy” (Küçük Çocuk) olan bombanın yarattığı korkunç kıyımın anılarını canlı tutmak için kurulan Hiroşima Barış Müzesi’nde cam bir küpün içinde erimiş bir üç-tekerli sergileniyordu.
Camekânın yanındaki panoda, 4 yaşına girmek üzere olan Shinichi Tetsutani’nin o gün bisikleti üstündeyken can verdiği, Baba Nobuo’nun evladını bisikletiyle birlikte evin arka bahçesine gömdüğü, tam 40 yıl sonra, 1985’te çıkarıp aile mezarlığına defnettiği, bisikleti de müzeye bağışladığı yazıyordu.
(Savaş’ın ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilen ve hayatını barışı savunmakla geçiren Albert Einstein’in “Hayat, bisiklete binmek gibidir. Dengede kalmak için hareket etmek gerekir” cümlesini hepimiz biliriz. Einstein bu cümleyi 1923 yılında Japonya’ya yolculuğu sırasında yazmıştı. Onun “Ön yargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan zordur” cümlesi sanki tarihin bir ironisi gibi 22 yıl evvel misafir gittiği bu ülkenin başına patlayacaktı.)
Atom bombasının yarattığı bir spor: Keirin
Şaşırtıcı gelebilir ama Keirin denen bisiklet yarışı atom bombasının yarattığı yıkımdan türemiş. 2. Dünya Savaşı’ndan her anlamda yıkımla çıkan Japonya, toparlanmak için bazı yöntemler geliştirmiş.

1948’de devlet, içinde Keirin’in de olduğu bir dizi bahis sporunu, Keiba denilen at yarışını, Keitei denilen power boat yarışını hayata geçirmiş.
Özetle, adaya ayak bastığım sene, bu “sporlar” da 70 yaşına basmıştı. Aslına bakarsanız, 2018 birçok açıdan sembolik bir yıldı.
Modern Japonya’yı inşa eden Meiji Rejimi (ya da restorasyonu) 150 yıl evvel, 1868’de kurulmuştu. Bazı tarihçiler 2. Dünya Savaşı’nın ağır faturasını, Meiji rejimine bağlıyor, onun yayılmacı politikalarının ülkeyi felakete sürüklediğini savunuyordu. Dolayısıyla Keirin ile Meiji arasında bir bağ kurmak mümkün görünüyordu.
İlk bisiklet seyahatnamesinde Japonya
Bu yazı bir bisiklet dergisinde yayınlandığına göre odağı, doğal olarak Meiji’den çok Keirin olacak. Ama Meiji ile bisikletin buluşmasına dair küçük bir detayı hatırlatmak isterim.
Bildiğimiz ilk bisiklet seyahatnamesini yazan Thomas Stevens 1884’de San Francisco’dan yola çıkıp, 1886’da Yokohama’ya ulaşmıştı. (Stevens’ın kitabının birinci cildinin Türkçe’ye çevrildiğini, 1885’in 2 Temmuz’unda geldiği İstanbul’da bir aydan uzun süre kaldığını hatırlatalım.)
İngiliz seyyah, -Türkçe’ye çevrilmeyen- ikinci ciltte Tahran’dan Japonya’ya uzanan yolculuğunu anlatır.
Stevens’ın Japonya seyahati Nagazaki’den başlar. Şangay’dan vapurla geçtiği şehirde iki gün kalır ve hayran olur. (Temizliğine vurgu yaptığı şehir, 59 yıl sonra, 9 Ağustos 1945’te, atom bombasının ikinci kurbanı olarak tarihe geçecektir.)
Nagazaki’den başlayan bisikletli yolculuk Kobe, Osaka, Kyoto üstünden devam eder, 17 Aralık’ta, Yokohama’da son bulur. Özetle, Stevens, Meiji Restorasyonu’nun “gençlik” günlerine tanıklık eder.
Ogaki’deki Keirin pistine doğru
Bu kadar tarihi detaydan sonra Keirin velodromlarına çıkma vakti geldi değil mi?
Biz de öyle yaptık. Karanlık bir 25 Nisan sabahı, Japonya’daki ev sahibim Özgür Çelik ile Ogaki şehrine gittik. Aslında Nagoya’da da Keirin velodromu vardı, ama uygun tarihlerde yarış yoktu. (Yeri gelmişken belirteyim. Japonya’da 44 tanesi Keirin için olmak üzere toplam 71 velodrom var. Buna 2020 Tokyo Olimpiyatları’nda kullanılacak İzu dahil değil.)
Ogaki velodromuna giriş ücreti çok makul idi. Japonya gibi her şeyin ateş pahası olduğu bir ülke için biraz şaşırtıcı. Belli ki bir teşvik söz konusu.
İçeri girer girmez göze çarpan ilk şey orta yaş üstü erkek topluluğuydu. Kadın izleyici (ya da bahisçi) yok denecek kadar azdı.
Doğrusu kalabalık beklediğimizin çok altındaydı. Üşenmeyip saydığım 160 gişenin çoğu kapalıydı. Bunun nedeni olarak dijital teknolojinin uzaktan katılıma imkân vermesi kadar, Keirin’in kan kaybetmesi gösteriliyor. Bir de Japon mafyası/Yakuza meselesi var ki, o konu bu yazının boyutlarını aşar.
Farklı bir Japon profili
Velodromda bir eksik daha vardı: Tebessüm… Japonya’nın hemen her yerinde karşınıza çıkan mütebessim ifade buralara pek uğramamıştı. Ortamda çekik gözlü olmayan iki kişi olarak “sizin ne işiniz var ?” diyen bakışlara maruz kaldık desem abartmış olmam.
Zaten girdikten kısa bir süre sonra ilk uyarımızı aldık. Bir görevli, objektifini velodromdan insan manzaraları çekmeye odaklayan Özgür’e sadece yarışı çekebileceğini, izleyicileri çekemeyeceğini söyledi. Dolayısıyla bizim “Veliefendi’deki insan manzaralarıyla buradakileri karşılaştıracak fotoğraf albümü” fikrimiz başlayamadan bitti.
Madem buralara kadar geldik, oyunu da kuralına göre oynayalım diye bahis kartlarından edindik. Japonca gibi okuması yazması çok zor bir dilde, üstelik özel şifrelerle dolu kartlara boş boş bakmaktan, anı olsun diye, çantamıza atmaktan başka bir şey yapamadık.
Pantone Kataloğu gibi
Ve beklediğimiz an geldi. Yapılan anonsla birlikte önce görevliler, onların ardından da bisikletçiler havuzun üstündeki köprüden geçip,pozisyonlarını aldı.
Bisikletçiler balkabağı büyüklüğünde kaskları, robocop gibi korumalıklarıyla yan yana sıralandılar. Onların 25 metre önünde tavşan bisikletçi (Derny) konumlandı. Tavşanın kaskı ve forması mor üstünde turuncu çizgilerden oluşurken, yarışçılar renk kataloğu Pantone’den fırlamış gibiydi. Mor, pembe, turuncu, yeşil, sarı, mavi, kırmızı, siyah ve beyaz formaları 9’dan 1’e doğru numaralandırılmıştı.
Bisikletleri olabilecek en yalın en klasik aletlerdi. El yapımı çelik kadrolar, incecik jantlar, 22 mm lastikler, ayakkabıların üzengi gibi içine girdiği kayışlı kalpiyeler. Elbette tek bir aynakol ve tek bir sabit dişli… Gidon boğazı bile eski “L” tipi boğazlardandı.
Demir atların tamamı Japon ustaların elinden çıkmaydı. (O ustaların en önde geleni 1970’lerde Ugo de Rosa’nın yanında çıraklık yapan efsane Yoshiaki Nagasawa kabul ediliyor. Ama benim favorim: Cherubim ve onun ustası Konno… Markanın Airline ve Hummingbird modellerine internetten bakmanızı öneririm.)

Başlangıç patlangacıyla birlikte hareket başladı. Bisikletçiler tavşanın arkasına ördek yavruları gibi sırayla dizildiler. 400 m uzunluğundaki pistte onu geçmeden ufak ufak hızlandılar. Yarışın bitimine 1,5 tur kala tavşan kenara çekildi ve bisikletçiler öne fırladı. Ve o ayağı 3 numaralı kırmızı formalı bisikletçi kazandı.
Her temas iz bırakır
Bisikletçiler bir tur daha attıktan sonra çıktıkları yere geri döndüler. Birkaç dakika sonra da etabın galibi bizim bulunduğumuz tel örgülere geldi. Yanında bulunan görevli hanımefendinin taşıdığı sepetteki rulo nesneleri izleyicilere dağıtmaya başladı.
Keirin milyar dolarlık bir endüstri. 10 kez dünya şampiyonu olan Koichi Nagako bu işten 40 milyon doların üstünde para kazanmış.
Mahalleye kömür yardımı gelmiş gibi “bana da bana da” diye uzanan ellere yüz vermedi, müdanasız olanlara uzattı. Bize de bir tane verdi. Teşekkür etmek için bir hamlede bulunduk ama göz teması bile kurmadı. Şaşırdık mı? Hayır. Çünkü sporcuların seyirciler ile her türlü temasının yasak olduğunu biliyorduk.
(Bir çeşit keşiş hayatı süren bu insanların sert kurallarla örülü hayatlarını François Pervis’in Youtube’daki “French Samurai” videosundan izleyebilir, ya da İnan Özdemir’in Socrates’in Mart 2018’de yayınlanan 36. sayısında okuyabilirsiniz.)

Hediye edilen şey, üzerinde Ogaki Keirin yazan bir havluydu. Önce portakal zannettiğim, daha sonra bizim Trabzon Hurması olduğunu öğrendiğim bir maskot bisiklete biniyordu. (Trabzon Hurması Japonların hayatında çok yer tutuyormuş. Hatta bir rivayete göre kabuklarının kaynatılmasıyla elde edilen suya bir metal batırırsanız paslanmıyormuş.)
Copacabana ne alaka yahu?
İkinci ayak başlamadan evvel, yani bekleme anında çok ilginç bir müzik çalmaya başladı. Barry Manilow’un 1979’de Grammy ödülü kazanan Copacabana’sı.
Önce bir anlam veremedik. Kim bilir, belki de orta yaşlı Japon erkeklerin bilinç-altına ünlü plajda bir tatil rüyası zerk ediliyordu.
İkinci ayak başladığında aynı ritüeller tekrarlandı. Yine tavşan önde yine Pantone kataloğu arkada, giderek hızlandılar, sonra tavşan çekildi, Pantone kükredi, sonra havlu dağıtıldı, sonra Copacabana çaldı vs vs.
Aslına bakarsanız bahse merakınız yoksa çok eğlenceli bir yarış türü değil Keirin. Şüphesiz bunda bizim deneyimsizliğimiz de rol oynuyor. F2’den GP’ye uzanan 6 kademeli kompleks bir organizasyondan söz ediyoruz. Ama bu durum, ana motivasyonun sportif tutkudan ziyade para olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Kaynaklar iyi bir keirin yarışçısının yıllık gelirini 2 milyon dolar olduğunu söylüyor. 30 Aralık’ta yapılan Grand Prix’nin ödülü bile 1 milyon dolar.
Sadece kendi ülkesinde değil, dünyada da ulaşılmaz bir rekorun sahibi olan Koichi Nagako bu işten 40 milyon doların üstünde bir para kazanmış mesela. (Nagako 1977’den 86’ya kadar 10 yıl boyunca 200 metre sprint şampiyonluğunu kimseye bırakmadı.)
Şaka değil, milyar dolarlık bir endüstriden söz ediyoruz.
Japonya dışında Keirin
Keirin ilk defa Sidney 2000 ile olimpiyat takvimine dahil edildi. Dünya şampiyonalarına girişi daha önce gerçekleşmişti. Ama bazı uygulamalar Japonya’dan farklıydı. Mesele tavşanın bisikleti Japonya’daki gibi bir fixie değil, motorlu bir bisiklete dönüşmüştü. Yarışçılar son model karbon fiber makineler kullanıyordu.

Buradaki alışveriş tek yönlü olmamış. Batı dünyasından bisikletçiler de Keirin için Japonya’ya gelmiş. Yukarıda adı geçen dünya şampiyonu Pervis dışında, Türkiye seyircisinin iyi tanıdığı Theo Bos da Keirin için Japonya’ya gidenlerden biriymş. Ogaki tesislerinde fotoğrafını görünce merak edip araştırdım ve Hollandalı bisikletçinin bir film yıldızı gibi karşılandığını gördüm. Uzun imza kuyrukları, tv şovları gırla gitmiş…
Türkiye’de olsa?
Ogaki velodromundan çıkarken Özgür’le beyin fırtınası yaptık. Acaba bizim ülkemizde bahse dayalı bir pist yarışı organize edilse, bu bisiklet kültürünü mü geliştirir, kumar kültürünü mü?
Cevabı zor bir soru. Tavuk- yumurta ilişkisi gibi bir şey. Ama bildiğim bir şey var. Cyclist’e borcumu ödedim ve huzura kavuştum.
(Osaka’daki Shimano Müzesi başka bir bahara artık.)
Bu yazıyı sonuna kadar okuduysanız, Japonca teşekkürü bir borç bilirim.
Arigato gosaimas!
E-Posta bültenimize abone olun, en son haber ve röpörtajlardan ilk sizin haberiniz olsun!
