WILCO VAN HERPEN

Sohbetimize ilk olarak 1999 yılında Türkiye’ye geliş hikayenizle başlamak istiyorum. Hollanda’da yaşarken Türkiye’ye yerleşme kararını nasıl aldınız?

Türkiye’ye ilk olarak 1987’de turist olarak, sonrasında 90 yılında fotoğrafçı olarak geldim. Yavaş yavaş Türkiye’ye dair görüşlerim gelişmeye başladı. Bir ülke görüyorsun, bir tarafı inanılmaz harika ama bir tarafıyla da acayip problemler var. Hollanda’da böyle sorunlar yok. O yüzden Türkiye’yi anlamaya karar verdim ama aynı zamanda gezmek de istiyordum.

Gitmeden önce bir yayın evine gittim. Oradaki arkadaşım, “Neden Türkiye’ye gitmek istiyorsun?” dedi. “Bol bol gezmek ve bol bol fotoğraf çekmek istiyorum” dedim. Bir fotoğraf kitabı çıkaracaktım. O fotoğraf kitabını yapacak zamanım hiç olmadı ama bol bol fotoğraf çektim ve gezdim. Yani üç şarttan ikisini yerine getirdim. Geldiğimde ne işim ne de sırtımı yaslayacak bir dayanağım vardı. Türkiye’de olmam gerekiyor dedim ve geldim, her şey böyle başladı.

Hem aşçılığı hem fotoğraf çekmeyi hem de gezmeyi seviyorsunuz. Genelde insanların farklı dallara ilgileri olsa da söz konusu meslek olduğunda tek bir alana yönelme eğiliminde olur. Siz tüm ilgi alanlarınızı bir araya getirdiğiniz bir iş yapıyorsunuz, nasıl başardınız?

Çocukken birden farklı işle uğraştım. Süt fabrikası, kasap, manav, garson ve gönüllü çevreci olarak çalıştım. Bizim bölgemizde süt ağacı denen özel bir ağaç var. Onun üç ayda bir dallarını kesmek gerekir. Dallarını gönüllü olarak ben kesiyordum, Doğayı çok seviyorum. Motosiklet kullandım, anne ve babamla birlikte tatil için karavanla farklı yerlere gittik. Kampa çıkıyordum beş dakika sonra bir garsona yardım ediyordum.

Bir saat sonra bir çiftçinin yanına gidiyor inekleri sağıyordum, peynir yapmak gerekiyor onu yapıyordum. “Wilco o kadar çok şey yaptın ama neden?” dedim en son kendime. Sonra bütün o yaptığın şeylerin içinde buldum kendimi.

Aslında geçmişte yaptıklarınız farkında olmadan geleceğinizi çizdi?

İşte bu, kesinlikle öyle oldu.

Peki farklı işler yapmak, sizi nasıl bugün olduğunuz kişi yaptı?

Beni daha özgür biri yapmış olabilir, ama herkesin benim yaşadığım hayatı yaşaması pek mümkün değil. Benden beş yaş daha küçük kız kardeşime sorarsanız der ki; “Wilco sen bir anda Hollanda’yı bıraktın Türkiye’ye gittin. Arkada bir güvenlik sistemin de yok, nasıl gittin?” Sadece nerede kalacağımı biliyordum ama gittim.

Birileri belki benim hayatıma imreniyordur ama aynı anda şunu da diyordur, “ben böyle bir hayat yaşayamam, çünkü bugün para var yarın yok ve belki üç ay daha yok.” Diyeceksin ki, o dönemde sen nasıl yaşadın? Artık bir ailem, kızım ve eşim var. Bunların hepsi birer sorumluluk. Böyle yaşamak sürekli yapılabilir mi, hayır.

Benim tercihim köy. Şehir yaşamı çok sert bir hayat. Şira doğduğunda hemen yeni bir ev bulmak istedim

Doğru bir şey mi, hayır. Ama ben hislerimi, duygularımı ve enerjimi takip ediyorum. Duygusal bir adamım. Belki sen daha garanticisindir, sonuçta hepimiz farklıyız. Ama ben “to do list (yapılacaklar listesi)”lere sinir oluyorum. Çok saçma. Gezmek için Avustralya, Gine ya da Güney Amerika’ya gitmek gerekmiyor. Dışarı çık ve bak. Gezmek orada başlıyor, hemen yanı başında.

Gençliğinize geri dönseniz ve birisi size bugün yaşadıklarınızı ve yaptığınız işi söylese, ne düşünürdünüz?

Hayatım film şeridi gibi gösterilecekse muhtemelen biraz gülerdim, “yok ya bu olamaz” derdim muhtemelen. Ama aynı anda bir soru işareti de koyuyorum. Çünkü sekiz yaşında bir çocukken Avustralya’ya gitmek istiyordum. Merak ediyordum, aborjinlerin hayatı nasıl, Kızılderililer nasıl bir topluluk…

Çocukluğumdan beri böyleydim, zaten o yüzden aileme, “Türkiye’ye gideceğim ve orada yaşayacağım” deyince “tamam oğlum” dediler; çünkü biliyorlardı, Hollanda Wilco’ya göre küçük bir ülkeydi.

24 Ağustos 1963 Hollanda doğumlu  Wilco van Herpen, 2007’de ses sanatçısı Gonca Gürses van Herpen ile evlendi. Çiftin 2008’de dünyaya gelen Şira adında  bir de kız çocukları bulunuyor 

Ama 20 sene önce birisi “Wilco sen bir program sunucusu olacaksın” deseydi, “Yok yani o nereden çıktı, ben aşçıyım, fotoğrafçıyım kamera önünde duramam” derdim. Gerçi hala da program çekerken kameraları görmüyorum. Ben o amcayla o teyzeyle konuşuyorum, siz yapın kendi işinizi ben buradayım.

Programlarınızda sıklıkla Anadolu’yu ziyaret ediyorsunuz. Oradaki yaşam ile şehri nasıl kıyaslarsınız ve sizin tercihiniz hangi yaşam biçimi?

Köy! (gülüyor) şehir yaşamı çok sert bir hayat. Şira (kızı) doğduğunda Cihangir’de oturuyorduk. Şira doğdu hemen başka ev bulmak istedim ve Zekeriyaköy’e taşındık. Ben çocuğumun doğa ortasında büyümesini istiyorum. Böcekleri yesin yutsun falan.

Bir gün Şira bahçemizde yılan bulmuş, “Baba bak ne buldum” diye geliyor elinde yılanla. Kirpi var, tilki var, kaplumbağa var… Çok güzel ama şehrin ortasında bunların hiçbiri yok. Betonların arasında çocuklar nerede oynayacak, her yönden araba geliyor. Köy hayatı daha güzel. Şira o yüzden şanslı çünkü Hollanda’da. Dışarı çıkıyor, parklara gidiyor, arabalar da dikkatli, çünkü herkes kurallara saygılı. 

İstanbul’un günden güne betonlaştığını düşünürsek – diğer şehirler için de geçerli elbette – sizce bu durumun gelecek nesillere etkisi nasıl olacak, en azından İstanbul ve Türkiye özelinde?

Bu aslında bir dünya problemi. Sokakta oynayamamak, sosyal aktivitelerinin olamaması, cep telefonuyla çok zaman geçirmek, göz teması kuramamak, uzaktan iletişim kurmak… Çünkü ben cep telefonsuz dönemi de yaşadım. Annem arıyor bulamıyor, arkadaşlar geliyor bulamıyor. Ama sorun değil, biliyorlar ki Wilco bir yere gitti ve gelecek. Şimdi hemen mesaj, hemen kontrol mekanizması. Mesela ben cep telefonundan kızımın nerede olduğunu takip edebilirim. Bir taraftan iyi ama bir taraftan da çok korkunç.

Programlarınızda neredeyse Türkiye’nin dört bir yanını gezdiniz, sizi en çok neresi etkiledi?

Sarı keçiler! Konya, Karaman’a yakın bir yerde sarı keçileri çektik. O kadar farklılar ki, bir kadın var hamile, 5-6 tane de çocuğu var. Ama çalışıyor, çalı topluyor, koşturuyor, yemek hazırlıyor, çocuklarla ilgileniyor. Sonra “Ne zaman dinleneceksin?” diye sordum. “Neden” dedi? “Hamilesin!”, “Çalışıyorum iş var” diye yanıt verdi. Orada uzaydan geldiğimi hissettim. O göçmen hayatı o kadar farklı ki çok şaşırdım.

Röportajın başında ailenizin karavanı olduğundan bahsetmiştiniz, “Wilco’nun Karavanı” konsepti oradan mı geliyor?

Bu plan benim arkadaşlarımdan geldi. “Wilco ofise gelebilir misin?” dedi bir arkadaşım. Yeni bir program yapıyoruz, seni düşündük dediler. “Nasıl bir fikir?” diye sordum. “Sen eskiden ailenle karavanla gezdin, çadır kurdun. Biz de sana bir karavan kuralım, Türkiye’yi karavanla gez” dediler.

Beklentisiz başladım programa ve çok güzel dönüşler oldu. Aradığım hayatı buldum biraz programda. Açık havada yemek yapmak, gezmek…

İstanbul’un tepelerinden muzdarip Wilco’ya elektrikli bisikletleri sorduk: “Evet, çok rahat ama bilemiyorum  ya,bisiklete bindiğimde hissetmek isterim. Elektrikli bisiklet bana biraz suni geliyor.”

Babam emekli olunca bir karavan alacağım ve Avrupa turu yapacağım derdi ama olmadı, kanserden öldü. Sonra annem geldi, onunla birlikte gezdik ve bunu babam için yaptık, çünkü babam turu annemle yapacaktı.

Siz Türkiye’de yaşamış bir Hollandalısınız. Aynı zamanda, Hollanda’da yaşayan pek çok Türk var. Geçtiğimiz yıllarda o isimlerden biri olan Funda Müjde ile bir röportaj yapmıştım. Hollanda’ya ilk gittiklerinde sosyal ve kültürel hayata daha hızlı adapte olabilmek için babalarının kendilerine, “Felemenkçeyi, yüzmeyi ve bisiklete binmeyi öğreneceksiniz” dediğini anlattı. Bisikletin Hollanda’daki sosyal ve kültürel hayattaki öneminden bahseder misiniz?

Bisiklet yoksa hayat yok, bu kadar basit. Hollanda’da çocuk iki yaşına geliyor, yürüyemiyor ama ahşaptan pedalsız bisiklet veriyorlar altına ve gidiyor.

Bizim Başbakanımız ofisine bisikletle gidiyor. Üç kişilik bir ailenin evinde en az üç bisikleti var ama genel olarak beş-altı  bisiklet oluyor

Bisiklet yolları var, insanlar aileleriyle orada güvenli şekilde bisiklet sürüyorlar. Gerçekten genlerimizde var demiyorum ama DNA’larımıza işlemiz bir bisiklet kültürü var. Ama Funda çok güzel bir şey yaptı (Hollanda’dan İstanbul’a bisiklet turunu kastederek), ne güçlü kadın ne kadar tatlı…

Hollanda’da bisiklete binme oranı benzin fiyatlarındaki yükseliş ve trafik kazalarıyla 70’li yılların başında artıyor. Şu an Türkiye’de benzin fiyatları yüksek ancak Hollanda’dakine benzer bir reaksiyondan söz edemiyoruz. Sizce bu konuda iki ülke arasındaki temel farklılık nereden kaynaklanıyor?

Birincisi tepeler, ikincisi trafik. Tabii ki Türkiye’de bisiklet yolları yapılıyor ama her yere bisiklet yolu yapmak da coğrafi şartlardan dolayı ya imkansız ya da hiç mantıklı değil. O yüzden, Türkiye Hollanda gibi bir bisiklet ülkesi olamayacak bence. Ama mesela Konya gibi düz yerlerde herkes bisiklet kullanıyor. Ama Tarlabaşı’nda bisikletle bir tur yapmayı dene,
iki dakika sonra nefes nefese kalırsın.

Ben 99’da birkaç ay bisikletle Rumelihisarı’ndan Taksim’e gittim ve gerçekten çok zordu. Hem trafik hem egzoz dumanı içindesin hem de sürekli yokuş. Bisiklet çok önemli ama o tepeler çok fena.

Çocukluk yıllarınıza dair muhakkak bisikletle ilgili anılarınız olmuştur, ilk bisikletinizi hatırlıyor musunuz yahut bisiklete nasıl başladığınızı?

İlk bisikletimi hatırlamıyorum ama bisikletle ilk maceramı annemden kaçmak için yaşadım. Kaçarken bisiklete atladım, daha hızlı tabi yetişemedi. Dört kilometre kadar kaçtım. Sonra bir arkadaşım geldi de beni eve dönmeye ikna etti. İlk bisiklet maceramın böyle bir anısı var bende. (gülüyor)

Peki Hollanda’da bisiklet sevgisi ve bisiklete saygı nasıl aşılanıyor?

Hepsi eğitimle alakalı. Okul, evde anne baba ve arkadaşlar… Herkes birbirinden bir şeyler öğreniyor. Mesela Şira bisiklet yolunda bisiklet sürüyorsa ve kırmızı yanıyorsa, geçerse arkadaşı ona bunun yanlış olduğunu söylüyor, bilgi paylaşılıyor. Sonra okulda trafik dersleri görüyorlar. Tabi evde de eğitim sürüyor. Şira’ya anlattım, bak Şira bu bisiklet yolu, burada böyle gitmen gerek, ışıklara bakman gerek, trafiğe dikkat etmen gerek…

2006 yılında “Wilco’nun  Karavanı”yla hayatımıza giren Wilco van Herpen, beklentim olmadan başladığım bir projeydi demesine karşın program, yoğun bir ilgiyle karşılandı

Televizyonda bazen saçma bir program bile olsa içinde mutlaka bir ders var. Çok güzel yarışma programları var ama aynı zamanda çok güzel dersler veriyor, bilgiyi artırıyor. Bazen Şira bana dönüyor ve baba bak bu aslında böyle diyor ve şaşırıp kalıyorum. Nereden öğrendiğini soruyorum, televizyon programından diyor. Çocuklar için bence Hollanda’daki TV programları muhteşem. Bazen Türkiye’deki çocuk programlarını seyrediyorum da gerçekten hasta edecek derece kötü, inanamıyorum.

Hollanda’da bisiklet kullanımının teşvik edilmesi konusunda yerel yönetimlerin yahut devletin yaptığı çalışmalar arasında Türkiye’ye de örnek olabilecek çalışmalar var mı?

Bizim Başbakanımız ofisine bisikletle gidiyor. Üç kişilik bir ailenin evinde en az üç bisikleti var ama genel olarak beş-altı tane bisikleti olur Hollanda’da bir ailenin. Biri spor amaçlı, MTB ya da yarış bisikleti, diğeri gündelik hayat için bisiklet, alışveriş yapmak için sepetli bisikletler… Yani hayattan bir parça bisiklet Hollanda’da. Bizde ilk önce bisiklet alınır başka şeyler önemli değildir. 

Türkiye’de ise bisikletin ne yazık ki daha olumsuz bir algısı var, herkes önce arabam olsun ister.

Orada böyle bir şey yok, ilk olarak kullanılan şey bisiklet ama bu durum biraz ülkenin ekonomisiyle de alakalı. Hollanda’da bir insan karar verince çok zorlanmadan araba alabiliyor ama burada zor. Bu da arabaya karşı cazibeyi artırıyor. Bir de bakıyorsun Hollanda’da, hafta sonu inanılmaz bisiklet turları düzenleniyor, bisikletçiler için konmuş tabelalar var. Türkiye ülke olarak her anlamda bisiklete çok uygun değil. Tepeler çok güzel ama günlük hayat için kullanımı biraz güç.

Benzer Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir