Bizimle iletişime geçin

Profiller

EVLİYA ÇELEBİ’NİN BİSİKLETLİ TORUNU: AHMET MUMCU – BÖLÜM 1

Ahmet Mumcu, kelimenin tam anlamıyla bir bisiklet insanı. Onun için sayıların çok önemi olmasa da, şaka değil; pedallayarak gezilmiş 69 ülke ve 250.000 km yoldan söz ediyoruz. Bugün dünyanın bir çok noktasında bisikletli Türk seyyah varsa çoğunun ilham kaynağı o.

Röportaj Aydan Çelik

Klasik bir soruyla girelim mevzuya. Her şey nasıl başladı?

Çocukken… Çocukluğumun geçtiği Bozüyük’te bir üç tekerlim vardı. Pedal çevirmeye onunla başladım. İlerleyen yıllarda, amcamın bisikletine geçiş yaptım.  Kocaman bir bisikletti ve ben sürmeyi yarım pedal denilen, bacak arası yöntemle öğrendim.

Amcam yarışlara da çok meraklıydı. Cumhurbaşkanlığı Turu hakkında acayip hikayeler anlatırdı: Bursa-Eskişehir etabı geçilirken yabancıları nasıl ekarte ederiz de Türk sporculara yarış kazandırırız diye kafa yorar, acaba yanlış yola mı yönlendirsek, onların geçtiği yollara raptiye mi döşesek diye fikirler geliştirir dururmuş. (Gülüyor)

Yetmişli yıllarda Türkiye’de bisiklet altın çağını yaşıyordu. Hem dönemin ruhu hem de amcamın hikayeleri derken içimde bu işi sporcu olarak yapma tutkusu alevlendi ve Sakarya’da lisanslı sporcu olarak pedal çevirmeye başladım.

O dönem çok sayıda bölgesel takım vardı. En başta Konya tabii, sonra Bursa, İzmit, Balıkesir, Erdemir, Sakarya filan gidiyordu. O zaman Brisa yoktu, İzmit Bölge takımı vardı. İstanbul’dan Meriç Tekstil vardı mesela.

Sonrasında milli takım kampına çağrıldın?

İlk sezonda koştuğum yarışlarda başarı ve kürsü elde edince Ankara’ya Milli Takım kampına çağrıldım. Orada Rıfat Çalışkan, Nusret Ergül, Erol Küçükbakırcı gibi dönemin büyük bisikletçileriyle tanışma fırsatım oldu.

O zamanlar bisiklet sporunda büyüklerle gençler arasında bir usta-çırak ilişkisi vardı.  Saygı sevgi çok büyüktü. Kamp benim için her anlamda büyük bir deneyimdi. Hiç unutmuyorum birgün bir tepsi çilek gelmiş, hergün o kadar çok kalori harcıyoruz ki, çileklere nasıl saldırdığımızı anlatamam. Kumlu-mumlu demeden tepsiye yumulduk.

Milli takım kampına katıldım ama maalesef milli olamadım. Çünkü devam edemedim. Ailem, bir geleceğimin olması için üniversiteye gitmemi istedi ve lisede başlayan yarışçı hayatım üniversitede bitti ama bisiklet tutkum hiç bitmedi.

Üniversitenin ardından da Almanya’ya gittin?

Dortmund yakınlarında Paderborn şehrinde bir fabrikada staj yapmaya başladım ve ilk haftalığımla bir Peugeot marka bisiklet aldım. Çok net hatırlıyorum 640 Mark ödemiştim. O yıllarda Türkiye’de değil bir hafta; 3 ay çalışsan bile öyle bir bisiklet alamazdın.

Almanya’da yarışlara girmedim ama sanki yarışlara girer gibi antrenman yaptım. Orada kaydı tutulan düzenli turlar vardı, onlara katıldım. Rad Touristik Fahrt (RTF/ Bisiklet Turu) denilen sezon başında fikstürü açıklanan, puanlı bir sistem vardı. Her turun sonunda elindeki deftere puanları işleniyor, resmi mühür basılıyordu. Biz de arkadaşlar arasında “sen kaç puan aldın, ben kaç puan aldım?” gibi muhabbetler oluyordu.

Bugünün Strava’sı gibi bir nevi.

Evet. Neredeyse bin kişinin katıldığı, 80 ile 160 km arası mesafe kat edilen  parkurlardı bunlar. Eski yarışçılar da katılıyordu, aktif olarak yarışanlar da. Onlar önden bir grup, antrenman niyetine basıp gidiyor, arkasından daha yavaş olanlar.

Bir taraftan iş hayatına devam ediyor bir taraftan bu organizasyonlara katılıyordum. Yaşadığın bölgenin etrafında yapılıyordu organizasyonlar ve mutlaka her hafta sonu bir parkur ortaya çıkıyordu. Ama şöyle bir kural var: Senin şehrinde yapılacağı zaman sen katılmıyor, organizasyonu yapıyorsun. Senede bir kere o şehrin sırası geliyordu.

Ne kadar hoş bir şey. Burada da yapılsa eminim çok yüksek katılım olur.

Bence de. Bisikletin yaygınlaşması açısından da çok önemli. Bir de Almanya’da senede 6 tane koşulan Super Cup vardır. Bunlar 200 km üstü parkurlardır. Ben de Dortmund’da yapılan ve 256 km.lik olan bir tanesine  katıldım.

Peki uzun tur bisikletçiliği merakı nasıl başladı?

Bugün nasıl bir Cyclist gibi yıldız bir dergi var, orada da önce Rad Tour adında bir dergi çıkmaya başlamıştı. O dergiyi büyük bir hevesle izlerdim. Bir gün dergi kapağa profesyonel yarışçı yerine bir tur bisikletçisinin fotoğrafını koydu.  İçeride de turcunun günlüğünden parçalar ve karakalem çizimleri vardı. Dün gibi hatırlıyorum. Bu birdenbire beni cezbetti ve o yıl Türkiye’ye bisikletle gitmeye karar verdim. 1986 yazında Almanya’dan yola çıktım ve Alpleri aşarak İtalya’ya geldim. Ama ne tur bilgim var ne de deneyimim. Düşün, Alpler’i en yumuşak vites oranı 42/26 olan, yüklü bir yarış bisikletiyle çıktım. O yükleri taşıyan bagajları da kendi ellerimle yapmıştım. Ardından Ancona’ya İzmir’e gemiyle geçtim.

Böylece “uzun tur virüsü” kanıma girmiş oldu.

Almanya’ya döndüğümde hem bir taraftan günü birlik turlar yapıyor, bir taraftan da  Fransa, İtalya, İsviçre, Danimarka, Hollanda gibi ülkelere gidiyordum.

Mont Ventoux gibi efsane yokuşları tırmandın.

Evet Ventoux’ya kuzeyden çıktım. O kısım daha yeşillik. Ay yüzeyine benzeyen ve Tom Simpson’ın öldüğü güney yüzeyinden aşağıya indim.

Sadece Ventoux değil, Galibier, Sestrieres, Telegraphe gibi bir sürü efsane yokuşu da çıktım. Muazzam bir deneyimdi.

1996’da oradaydım mesela.  Bjarne Riis’in 5 yıllık Miguel İndurain efsanesini yıktığı yıl. İçinde 2640 metrelik Galbier’in de olduğu Sestrieres zirve finişini asıl yarıştan bir gün önce çıktım. Ama ertesi gün acayip bir kar yağınca 189,5 km.lik etap, 46 kilometreye düşürüldü. Ve etabı Bjarne Riis aldı. Ondan sonra Tour’u da aldı zaten.

O kadar net hatırlıyorum ki o günü. O zamanlar Eurosport Türkçe yayınlar henüz başlamamıştı ve Spiker David Duffield, İndurain’ın durumuna şok olmuştu. Devam edelim. Sadece Alp Dağları yok rotada.  Koca bir dünya turu girişimi var.

Evet. 1998’de Milenyum’un değişiminde Amerikalılar büyük bir organizasyona soyundu. Her ülkeden iki bisikletçinin katıldığı bir kafile 6 Ağustos 1998’de Seattle’dan yola çıkacak, 1 Ocak 2000’de Japonya’nın Hiroşima şehrine ulaşacaktı. Biliyorsun Hiroşima 6 Ağustos 1945’de ilk atom bombasının atıldığı yer. Zaten turun adı da “Great Millennium Peace Ride” idi.  Amacı da dünya barışı için bir çağrı yapmaktı.

Ben başvuruda bulunmuş ama hem Türkiye’den hem de Almanya’dan iki kişi daha önceden başvurduğu için reddedilmiştim.  Ancak üç ay sonra bir daha aradım ve öğrendim ki, organizasyon sponsor bulunamadığı için iptal edilmiş. Amerikalılar “sponsor bulamadık, dilerseniz kendi imkanlarınızla dahil olabilirsiniz” dediler ve ben 18 yıl yaşadığım Almanya’dan ayrılıp Amerika’ya gittim.

Farklı farklı ülkelerden ve dinlerden yaklaşık 12-13 kişi Seattle’da buluştuk ve yola koyulduk. Oradaki tecrübe bana bir ikinci üniversite gibi gelmiştir hep.

İlk Bisiklet Seyahatnamesi’nin yazarı Thomas Stevens ile neredeyse aynı yerden başlamışsınız. O, 1884’de San Francisco’dan başlamıştı, siz biraz yukardan başlamışsınız.

Seattle’dan başladık ama SanFrancisco’dan, Golden Gate Köprüsü’nden geçtik tabii. Oradan da Meksika’ya indik. Yaşadığım tam anlamıyla bir kültür şokuydu. Gelişmiş bir ülkeden az gelişmiş bir ülkeye geçişin öbür adı diyelim buna. Ama Meksika’da spor bakanlığının büyük desteğini gördük. Bir sınırdan diğer sınıra kadar bize eşlik ettiler, onlarca yerde haber olduk, röportajlar verdik.

Oradan Orta Amerika’ya geçtik, Guatemala, El Salvador, San Salvador, Panama… Orta Amerika dünyanın en tehlikeli yerlerinden biridir.  Özellikle Guatemala’dan söz etmek isterim. Çok acayip bir ülke. Modernizm halen bozamamış oraları. Afrika’ya gidiyorsun beyaz gömlek giyip Michael Jackson söyleyen çocuklarla dolu. Burası tam otantik.

Darien Bataklığı’nı geçemediğimiz için uçakla Kolombiya’ya geçtik.

Kolombiya’da ilk gece ilginç bir olay yaşadık. Karakola gittik ve “otel bulamadık burada yatabilir miyiz?” diye sorduk.  Polisler: burası en tehlikeli yer. Karakolun olmadığı bir yer daha emniyetli olur dedi biz de gittik rıhtımda yattık.

Ama şunu belirtmem lazım: Che Guevera motosikletle bütün Güney Amerika’yı dolaşmış ya, ondan kaynaklı olarak bisikletçilere de büyük sempati var.

Özellikle İtfaiye teşkilatları çok yardımseverdir. Bize yataklarını verdiler. Zaten kendileri 24 saat nöbet tuttuğu için yataklar boştu.

Oradan Ekvator ve bandoyla karşılandığımız Peru… Gittiğimiz şehirde bütün okullar tatil edilmiş, öğrenciler yol kenarlarında bizi alkışlıyor filan. Acayipti. Ünlü bir yazar bizi evine davet etti. Türk olduğumu öğrenince bana Nazım Hikmet’in kitaplarını gösterdi.

Peru’da 0’dan 4200 metre yüksekliğe 4 arkadaş pedal çevirerek çıktık. Uzunluk ise 129 km. Genciz ve cahiliz tabii. Normalde yavaş yavaş çıkman gerekiyor ya, biz bir günde çıktık. Vurgunu yedik tabii. Resmen sersemledik. Otobüsle çıkan arkadaşlar daha da fenaydı.

Peru’da çok dostum oldu. Halen haberleşiriz. Oradan Bolivya ve Arjantin’e geçtik. Aslında benim amacım Arjantin’e kadar gitmekti. Oradan dönerim diye düşünüyordum. Ama bir süre sonra kendimi Afrika’da buldum. Uçakla Gana’ya geçtik. Gana’dan kuzeye doğru yola çıktık.

Afrika’da müthiş bir açlık sorunu vardı. Düşün, gıda satan marketlerin önünde silahlı korumalar bekliyordu.

Maalesef Afrika Turu kısa sürdü. Fildişi Sahilleri’nde Afrika’nın meşhur sıtması geldi, biz üç arkadaşı buldu. Hasta olunca grubun geri kalanı devam etmek istedi ve iyileştiğinizde bir yerde buluşuruz dediler. Orada hayatımın en büyük yanlışlarından birini yaptım ve turu bitirmeye karar verdim. Alınganlık ettim ve tura son verdim. Halen o kararım için pişmanım.

Ama hayat bir kapı kapayınca bir kapı açıyor galiba. Çok güzel bir yerde çok sevdiğin bir işe başlıyorsun.

Aynen dediğin gibi, Afrika’dan dönünce, okuduğum yabancı bisiklet dergilerinin birinde enteresan bir iş ilanı gördüm. Mallorca’da bisiklet rehberi arıyorlardı. İlanın sahibi ile Hollanda’da evinde görüştüm. Bu adamın adı Fred Rompelberg idi. Araç arkasında bisikletle saatte 268 km hızla giden hani. Rekorlar kitabına girmiş bir efsane. O rekor kırdığı bisikleti de gördüm ve üstüne oturma şansı elde ettim. Bisiklet de iki aynakol vardı. Bildiğin dağ bisikleti. Ama üstünde iki aynakol var.

Adamla anlaştık. Mallorca’ya kışın gittim. İlk gün çıktık ve 130 km yaptık. Nasıl bir tempo. İlk gün nasıl perişan oldum bilemezsin. (gülüyor) Ertesi gün yine öyle. Ben İstanbul’a döneceğim diye mızıldanmaya başladım ama sonradan alıştım. Sistem söyle çalışıyor:  Aşağı yukarı 15 kişilik bir grubu otelden alıyorsun. Grupların kendine göre klasmanları var. Benim grubum 130 ile 150 km arasında bir mesafe yapıyor. Bunlar tatillerini bisiklet üstünde geçiren insanlar. Kondisyonları da gayet yerinde.

Benim görevim onlara rehberlik etmek. Baştan belirlenmiş bir ortalama hızı tutturmaya çalışıyorsun. Ada örümcek ağı gibi. Muazzam yollar var. Yıllık yaklaşık 100 bin kişi geliyor. Eski sporcular da geliyor, aktif olarak yarışanlar da. Mesela Jan Ullrich Şubat ayında orada antrenman yapıyordu. Yine eski şampiyonlardan Peter Post geliyordu.

Halen devam ediyor mu bu bisiklet turizmi, ve Türkiye için olabilir mi?

Evet ediyor. Türkiye’de olur ama önce altyapısını kurmak lazım. Yollar, saygılı şoförler, bilinçli bir halk lazım. Bunlar yavaş yavaş oluşuyor Türkiye’de.

E-Posta Bülteni

E-Posta bültenimize abone olun, en son haber ve röpörtajlardan ilk sizin haberiniz olsun!

Yorumlar için tıklayın

Cevapla

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

Öne Çıkanlar

Bağlan
E-Posta Bülteni

E-Posta bültenimize abone olun, en son haber ve röpörtajlardan ilk sizin haberiniz olsun!