Yazı İNAN ÖZDEMİR Fotoğraf RCS MEDIA
MIT’nin düzenlediği Sloan Spor Konferansı, her yıl gelişmiş istatistiklerle ilgilenen, sporu matematikle bağdaştırmayı seven kitleler için büyük bir anlam ifade ediyor. Houston Rockets Genel Menajeri Daryl Morey’nin liderlik ettiği organizasyonda spordaki trendler tartışılıyor; basketboldan Amerikan futboluna, körlingden voleybola birçok spor sayılar üzerinden ele alınıyor. Sloan’da bu yılın en çok ilgi gören oturumu da ünlü spor yazarı Bill Simmons’ın NBA Başkanı Adam Silver’la yaptığı röportajdı.
Bir saati aşan oturumda sporun geleceğinden streaming servislerinin yayıncılığa etkisine kadar birçok konu konuşuldu. En çok ilgi gören bölüm ise Silver’ın internet, sosyal medya ve genç oyunculara dair söyledikleriydi. Deneyimli yönetici, “Birçok genç oyuncu mutsuz” cümlesini sarf ettiğinde zaten manşetler atılmaya başlanmıştı.
Ama Silver’ın esas derdi sansasyon yaratmak değildi, yalnızca lige dahil olan genç oyuncuların omuzlamak zorunda kaldıkları yüklerden söz açmak istiyordu. Yetenekli bir basketbolcu olmak, çok para kazanmak, ünlenmek göründüğü kadar kolay değildi. Silver’a göre sosyal medya da bu mutsuzluk ve yalnızlığı körüklüyordu.
Elbette açıklama anında ilgi topladı. Başını Charles Barkley gibi eski yıldızların çektiği geniş bir yorumcu grubu, bahsedilen mutsuzluğun biraz abartıldığını ifade ediyor, “O kadar para kazanıyorsunuz, ünlüsünüz, harika bir hayatınız var” demeye getiriyordu.
Sosyal medyanın, internet kültürünün, sürekli başkalarının 140 ya da 280 karakterlik görüşlerini okumanın, bitmek bilmeyen bir görüş havuzunda yüzmeye çalışmanın nasıl bir şey olduğu göz ardı ediliyordu. Mesele sadece sosyal medya da değildi. Enformasyon bombaları altında yaşadığımız, sürekli dış etkenlerle boğuştuğumuz bir iklimde poster yüzü olmak sanıldığı kadar kolay değildi.
404. Marcel Kittel’le tanıştığım günden aklımda kalan numara bu. 2012 Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu’nun son etabının ardından Alman bisikletçiyle kaldığı otelin lobisinde buluşmuştuk, oda numarası da o gün hafızama kazınmıştı. Bahsi geçen röportaj, benim için çok ama çok mühimdi. Spor gazeteciliği kariyerim yeni başlıyordu ve birçokları gibi ben de yolun başında konuşabileceğim, gözlerimin önünde büyüyebilecek bir yıldız adayı arıyordum.
Röportajı gerçekleştirebilmek için o gün verdiğim mücadeleyi de vaktiyle kaleme aldığım metinde şöyle özetliyordum: “Niye bu kadar ısrar ediyoruz? 23 yaşında, daha neredeyse Büyük Turlar’ın hiçbirinde kendini gösterememiş bir adam için neden bu kadar çaba? Kısa bir cevabı var: Gelecek, bir gün gelecek. Ve Marcel Kittel gelecek…”
Kittel, aradığım yıldız adayıydı. Doğu Almanya topraklarında, sporcu bir ailenin çocuğu olarak büyümüş, hiperaktiviteyle geçen ilk yıllarında bisikletle tanışmıştı. Çağdaşı Tony Martin ve John Degenkolb gibi o da Doğu Alman bisiklet geleneği içerisinde yetişmişti. Kittel, Martin ve Degenkolb; bir dönem dünya bisikletinin zirvesine çıkan, 1990’larda sprinterlerde ve dağlarda şampiyonluklar elde eden Jan Ullrich-Erik Zabel neslinin metotlarına karşı çıkıyor, ilk günden itibaren temiz yarıştıklarını belirtiyorlardı.
“Alman bisikletçi sadece potansiyel olarak kalmadı. 2017 Fransa Bisiklet Turu sona erdiğinde, toplamda 14. Fransa Bisiklet Turu etap zaferini kazanmıştı”
Bu umut veren jenerasyon içerisinde Kittel’in başka bir yeri daha vardı. Kendisini Mark Cavendish’in dünya sprintinin zirvesinde olduğu günlerde göstermiş, Cavendish’e rakip arayan bisiklet dünyasını heyecanlandırmıştı. Altın sarısı saçlı, yakışıklı, karizmatik, fiziksel olarak gerçekten de Ivan Drago’ya benzeyen Kittel, tahtı sarsan yeni yetenek olabilirdi. Sadece iyi yarışmıyordu, güzel de konuşuyordu. Kısacası, ‘mükemmel çocuk’tu.
2012 Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu, bu açıdan ilginçti. Yakın zamanda topraklarımızda, Tour of Antalya’da yarışan Mathieu van der Poel’u izleyenler de eminim aynı hisse kapılmışlardır. Kittel’in büyük başarıların, şöhretin, spot ışıklarının kıyısında olduğu o günlerde hissediliyordu. Evet, geliyordu.
O sene Tur’da konuştuğum, Avustralyalı efsane sprinter Robbie McEwen da aynısını ifade ediyor, Kittel’i Cavendish’i yenebilecek isim olarak işaret ediyordu. Sonra, arkası da geldi. Alman bisikletçi sadece potansiyel olarak kalmadı. 2017 Fransa Bisiklet Turu sona erdiğinde Marcel Kittel, toplamda 14. Fransa Bisiklet Turu etap zaferini kazanmış, otuz yaşına gelmeden efsaneleşmişti. Ve evet, bir daha altını çizelim, henüz otuz yaşına gelmemişti.
Peki ya sonra? Sonrası karanlık. 2018’de Katusha-Alpecin’e transfer olan Kittel, bir anda zirveden düştü. Bakıldığında herhangi bir sakatlığı yok gibi görünüyordu ancak bir anda yarışları bitirememeye, sonuna gittiği yarışlarda da varlık gösterememeye başlamıştı.
Düşüş, hızla devam etti. Kittel yeni takımıyla sorunlar yaşadı, sadece kendisini düşündüğünü söyleyen sportif direktörüyle karşı karşıya geldi, sürekli “Dönüyorum, döneceğim” röportajları verdi ve en sonunda 2019 sezonunun başında kararını açıkladı. Bisiklete ara verecekti. Artık fiziksel ve zihinsel anlamda devam edecek gücü yoktu. Kendi ifadesiyle, mutluluğunu her şeyin önüne koyacaktı. Kariyerinin, bisikletin, kazandığı paranın…
Mutluluk ve mutsuzluk, genelde başarılara endekslediğimiz şeyler. Özellikle spora bakarken her şeyin şampiyonluklarda, zaferlerde yattığını düşünüyor, galibiyetin mutlak ve sonsuz bir neşe getirdiğine inanıyoruz. Oysa bir asrı aşan profesyonel veya amatör spor tarihi, aksi yönde örneklerle dolu. Sonuçlarla mutluluk arasında kesin ve net bir bağ yok. Spor tarihi, depresyona girdiği veya basitçe mutsuz olduğu için kariyerinin doruğundayken oyuna küsen birçok yıldızla dolu.
Marcel Kittel’e ne olduğunu gerçekten bilmiyorum. Sonuçta kendisiyle toplamda yarım saat süren bir söyleşi yaptım, o kadar. O yarım saatte onu tanımayı bir kenara bırakın, en fazla hayatından birkaç kırıntı almışımdır. Belki o zaman pek de dikkat kesilmediğim bir ifadeye takılabilir, çocukluk yılları için sarf ettiği “Benim seçimim değildi. Sporcu olmak zorunda bırakıldım” ifadesine şerh düşebilirim.
Buradan bakıp tanrı vergisi fiziği, yeteneği, bir sprinter için yaratılan vücuduna vurgu yapabilir, belki de Kittel’in hiçbir zaman olmak istemediği bir mesleğin en tepesine çıktığını, bu yüzden de hayatı boyunca bunalım yaşadığını iddia edebilirim. Ama bütün bunlar aşırıya kaçan, abartılı, temelsiz yorumlar olur. Alman yeteneğin neler hissettiğini kendisinden ve yakınlarından başka kimsenin bilme imkânı yok.
Belki pek de dikkat kesilmediğim bir ifadeye takılabilir, çocukluk yılları için sarf ettiği “Benim seçimim değildi. Sporcu olmak zorunda bırakıldım”
İlginç olan, onu yakından tanıyan bir kişinin söyledikleri. Zira Kittel’in 2018 sezonunun başından beri yaşadığı düşüş, aslında kariyerindeki ilk düşüş de değil. Alman bisikletçi, Quick-Step’e transfer olmadan evvel, Giant-Shimano’da geçirdiği son sezonda da benzer sıkıntılar yaşamış, bir anda performansı düşmüştü.
Ancak Quick-Step’e geçişiyle birlikte her şey değişmişti. Quick-Step patronu Patrick Lefevere, eski bisikletçisini tanımlarken bir sözcüğün altını çiziyor bugünlerde. “Kırılgan.” Marcel Kittel kırılgan bir karakter ve bunda utanılacak bir şey yok.
Adam Silver’ın MIT’deki açıklaması, aslında Amerikan spor kültüründe yakın zamanda yapılan tartışmaların bir uzantısıydı. Amerikan futbolundaki beyin sarsıntısı kaynaklı intiharlardan başlayan dalga, NBA dünyasına da sıçramıştı. Kevin Love, Demar DeRozan gibi sporcuların iç dünyalarını açmaları, performans sporlarıyla depresyon arasındaki bağı bir kez daha göstermişti.
Milyonların gözü önünde işlerini icra eden sporcular, dışarıdan göründüğü kadar kusursuz hayatlar yaşamıyorlardı. Baskı çoğu zaman onları ele geçiriyordu. Mesele Love veya DeRozan’la sınırlı kalmamış, Paul Pierce gibi eski basketbolcular da tartışmanın öznesi olmuşlardı. Onlar da vaktiyle ruhsal sıkıntılarla boğuşmuşlardı ve bunları anlatacak kimseleri yoktu.
Bisiklet gibi hâlâ biraz maço kalan ve pek çok alanda 21. yüzyıla gecikmeli adım atan bir spor, Kittel öznesi üzerinden farklı meselelerle yüzleşebilir mi? Bilemiyorum. Ama Alman sporcunun bu konudaki tek örnek olmadığı da açık.
Bisiklet gibi hâlâ biraz maço kalan ve 21. yüzyıla gecikmeli adım atan bir spor, Kittel öznesi üzerinden farklı meselelerle yüzleşebilir mi?
Son dönemde arka arkaya hayal kırıklığı yaratan performanslar sunan Peter Sagan, sürekli seyahat etmenin ve otel odalarında bir ömür geçirmenin onu ne kadar sıktığından bahsetmişti. Aynı şekilde, Kittel’in en büyük rakibi olan Cavendish’in de Epstein-Barr virüsü karşısında kariyeri tepetaklak olmuş, son iki sezonda performansı adım adım gerilemişti.
Yolun bundan sonrasında bizi neler bekliyor, kestirmek güç. Ama diğer sporlar gibi bisikletin de yıldızlarının iç dünyalarıyla daha fazla ilgilenmeye başladığı bir dönem gelecektir. Atletlerin, “dopingli mi değil mi?” ekseninden çıkarılacağı, gerçek bir birey olarak ele alınacağı günler düşündüğümüz kadar uzak olmayabilir. O zamana kadar Kittel’in geçmiş şampiyonluklarına YouTube’dan bakmaya devam edebiliriz.
Oradan, yenilmez gibi gözüken o sprint zaferlerinden, bütün o şaşalı başarılardan çıkaracağımız birkaç ders var. En nihayetinde, karşımızdakiler birer makine değil, insan. Marcel Kittel kadar güzel, güçlü ve yetenekli olsalar dahi. Sonuçta, Ivan Drago’yla filmlerde buluşmuştuk, otel lobilerinde değil.
E-Posta bültenimize abone olun, en son haber ve röpörtajlardan ilk sizin haberiniz olsun!