Bisiklet mi? Hiç sanmıyorum!” diyor otel resepsiyonisti hanımefendi. Kendisine az önce Durmitor Ulusal Park’nın zirvesine gerçekleştirmeyi planladığımız rotadan bahsettim ve resepsiyonist sağlımızdan endişe etmeye başladı bile. Otel görevlisi hanımefendinin yanıtını şevk kırıklığından ziyade iyiye bir işaret olarak algılıyorum.
Bu yanıt, Durmitor bölgesinin sadece dramatik ve doğal bir kaçış alanı olduğunu değil, aynı zamanda bölgede bisikletçilerin neredeyse hiç duyulmamış olduğunu da ispatlıyor.
Sıcak bir Ağustos sabahında küçük bir kasaba olan Durmitor masifinin duvarı Žabljak’ya doğru otel önünden turumuza başlıyoruz. Resepsiyonistin bize güvenmeyen sözleri, bisikletle unutulmaz bir gün yaşayacağımızın kanıtı ve bunun ispatını sürüş arkadaşım Rob ile yapacağız: Durmitor’un tüm Avrupa’daki keşfedilmemiş en iyi bölgelerden biri olduğunu ve elbette bunu keşfetmenin en iyi yolunun bisiklet olduğunun.
Coğrafya önemlidir
Yerel dilde Montenegro – Crna Gora – Kara Dağ olarak tercüme edilir. bu, ülkenin çoğunu kaplayan dağ silsileleri ve yoğun iğne yapraklı ormanları ima eden bir isim. Bazı tanımlara göre ise Avrupa’da 2,000m’nin üzerinde en fazla zirveye sahip olmasından dolayı kıtanın en dağlık bölgesi. Sadece Durmitor masifinde bu tanıma uygun 48’den fazla dağ zirvesi bulunuyor ve bunların en yükseği olan Bobotov Kuk 2,522m yüksekliğe ulaşıyor. Kasabadan kuzeye doğru giderken, zirvesi akşamdan kalma bulutlarla adeta flört eden Bobotov batı ufkumuza hakim.
Yolun daralmasıyla birlikte ıssız bir patikaya dönmesi uzun sürmüyor. Bu nedenle acaba bir dönüş mü kaçırdık diye GPS’i kontrol ediyoruz. Yol kenarı boyunca sıralanmış küçük araziler geçip gidiyor. Uykulu tarlalar, uzun süredir kullanılmamış iş makineleri, rustik ahşap yapılar ve sakin çevre sanki ülkedeki yaşam hızını yansıtıyor.
Nihayetinde, yavaş yavaş kırsal meralar yerini kalın ormanlara bırakıyor. Dar bir geçit, yola düşen ağaç gövdeleriyle iyice dar hale gelmiş ama çaresizce yolu takip ediyoruz. Bu arada, her pedal darbesinde irtifa kazanmaya devam ediyoruz. Žabljak’e doğru ayrıldığımızda deniz seviyesinden halihazırda 1,456 metre yüksekteydik ve irtifa kazanmaya devam ettikçe ağaç sayısının azalmaya başlaması uzun sürmüyor.
Kısa bir süre sonra, Balkan Yarımadası’nın tamamını görüyormuş gibi hissettiren bir yolda ağaç sınırının üstüne çıkıyoruz. Gördüğümüz doğu ufuğuna doğru yayılmış Balkan bölgesinin coğrafyasını kaplayan kısmi ormanlık, kısmi dağlık bir manzara. Zirve belki Alpler ya da Pirenler kadar yüksekte değil, İskandinavya ve onun dağları kadar yoğun ormanlarda burada yok, yahut burası İskoçya Yaylaları kadar ıssız da değil ama Balkanlar’a vahşi hissini veren kesinlikle tek bir bölgede bu doğal aşırılıkların tamamının bir araya toplanması.
Bu çeşitlilik sunan manzara insan coğrafyasının da bir yansıması. Tarihin uzun bir periyodunda Montenegro olarak bilinen bölge, pleme olarak adlandırılan savaşçı gruplar tarafından kontrol edilmiş. Bu klanlar çoğunlukla kendi aralarında çatışırlarmış ancak ikinci bin yılda Osmanlı işgalini bastırmayı başarabilen birkaç Balkan bölgesinden biri olma amacıyla birleşmişler.
Pedal basarken kendimizi bulduğumuz yol, özünde etnik olarak Müslüman Sandžak bölgesinin sınırında; ki bu tarihi olarak Osmanlı’nın kontrol altında tuttuğu bölgelerin sınırını işaret ediyor. Aynı zamanda, eski Hersek bölgesine de çok yakınız, bu da bize Bosna sınırına ne kadar yakın olduğumuzu gösteriyor. Bu sınırların ötesinde savaştan çok daha fazla zarar görmiş etnik bölünmeler yer alıyor.
Böylesi sosyal olarak karmaşık bir bölgenin kalbine doğru sürerken, bölge geçmişinin dengesiz doğası ve önümüze uzanan manzaraların tamamen dağınık yapısı arasında bir paralellik kurmamak imkansız. Çoğu zaman olduğu gibi bir yeri tanımanın en iyi yolunun bisikletle seyahat etmek olduğunun farkına bir kez daha varıyoruz.
Derinlere dalıyoruz
Sonunda sağa bir dönüş yapıyor ve Tara Kanyonu’nu görüş mesafemize alıyoruz. Tara Kanyonu 1,300 metre derinliğe ulaşan ve bu özelliğiyle Avrupa’nın en derin vadisi olan 86km uzunluğunda geniş bir kanal.
Bulunduğumuz yerden gözlenebilen uzaktaki nokta ise Tara Nehri’nin ta kendisi. Çevremizin dramatik doğası göz önüne alındığında, Tara’nın rafting ve kayak severler için bir mıknatıs olması şaşırtıcı değil. Ancak daha şaşırtıcı olan, Dalmaçya kıyılarına 150 kilometre kadar yakın olmasına karşın Tara nehrinin, Adriyatik Denizi’ne boşalmak yerine, kıtalar arası bir yolculuk geçiriyor olması. Bosna sınırını takip ettikten sonra Tara, Drina’ya ve daha sonra Sava’ya, nihayetinde de Sırbistan’daki güçlü Tuna’ya ulaşıyor ve neredeyse 1.000km uzaklıktaki Karadeniz’e doğru yola çıkıyor. Takip ettiğimiz yol gibi burada hiçbir şey öngörülebilir değil.
Yaz mevsiminde sarp bir vadinin dibinde çorak bir yer olan Karadağ’ın bir diğer incisi Susicko Gölü’nden aşağıya doğru tehlikeli bir inişi gerimizde bırakıyor ve Nedajno’ya varıyoruz. Vadinin zirvesindeki tırmanışın tepesinde kurulmuş bir köy olan Nedajno’ya ulaştığımızda, manzaraya hayran kalmamak elde değil. Sadece 30km’lik bir yol aldık ama şimdiden öğle yemeğine hazırız.
Midelerimiz benzini yeniden fullemenin çok erken olduğunu söylüyor ama burası, bizi bekleyen 50km boyunca yemek yiyebileceğimiz tek şans. Bu nedenle durup, bir kafe bulma fikrinde görüş birliğine varıyoruz. Ahşaptan yapılmış geleneksel bir dizi çiftlik evini geçiyoruz. Küçük çiftlik hayvanları ve çimenli tarlaların dağınık doğası, burasını mola için seçilmiş doğru bir yer yapıyor ancak bir restoran veya ticari olarak yiyecek servis edebilecek gibi görünen herhangi bir yere dair iz bulmak güç. Yerel bir çiftçinin hanesine misafir olmayı düşündüğümüz sıralarda restorana dair bir işaret buluyoruz ve kapıyı zorladıktan sonra bir yaşlı kadın bizi içeriye buyur ediyor; işte rahatlama anı.
Yerel bir şeyler yemek istiyorum. İlk olarak bir çeşit kiraz rengi bir sıvı masaya getiriliyor. Tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum ama boğazımdan hoş bir şekilde mideme doğru süzülüyor. Ve kabuklu ev yapımı ekmek ile birleşen bir omlet ısmarlıyorum. Bu ikili sürüşün geri kalanı için bize yeterli yakıtı sağlayacaktır.
Nedajno’dan Bosna sınırına kadar uzanan bir sonraki yol, rotanın en uzak kısmı ve köyden çıktıkça kendimizi Balkan Yarımadası’nın kalbine bir adım daha yaklaşmış gibi hissediyoruz. Durmitor Milli Parkı’nın zirvelerini arkamıza almışken, başlarımız yere eğik, yüksek bir plato üzerinde Bosna sınırına doğru pedal basıyoruz.
Ne kadar yüksekte olduğumuzu tarif etmeme yardım edecek herhangi bir bitki örtüsü veya simgesel yapı bulamıyorum.
Geçtiğimiz manzaralar ve haritamızda işaretlemiş olduğumuz köyler biraz ürkütücü; çünkü onları adlandıracak bir tabela dahi yok. Bu da kesinlikle maceramızın en uzak, en izole noktasına yaklaşıyormuşuz hissi veriyor.
Kısa bir süre sonra kendimizi daha yeni başlamış olduğumuz platonun yüksek irtifa hissini doğrulayacak, dik inişinin üst yamaçlarında buluyoruz. Toprak yol ve dar firketeleri gerimizde bırakıp, nihayet vadi tabanına, yani Tara Gölü ve Bosna sınırına ulaşıyoruz. Sağa bir dönüş bizi Tara Kanyonu’nun ölü sonuna götürüyor ve ardından sola dönüşle uzun yolculuğumuza tekrar başlıyoruz.
Nehre yayılan parçalanmış ahşap tahtalarla kaplı demir bir köprüye varıyoruz. Bir tabela işareti ise Bosna’ya girmek için köprüden sağa dönmemiz gerektiğini ya da Karadağ için sola devam etmemiz gerektiğini gösteriyor. Tekrardan sola dönüyor ve gümrük kulübesine giden bir dizi yol engelinden geçiyoruz. Bir anda pasaportlarımızı getirmeyi ihmal ettiğimizi fark ediyorum. Bir anlık panik bizi yakalıyor ve bu gerçek kontrol noktasında açığa çıkacak. Dikkatli bir şekilde kulübeyi çevreleyen insanlara doğru ilerliyoruz.
Üzüntümüzün sebebi yanlış yönlendirilmiş olmamız. Crkvičko Polje’den geldiğimize dair kısa bir açıklama yaptıktan sonra (o kadar çabuk değil aslında – geldiğimiz son köyü parmakla işaret ederken, Tserr-vichkoh- ismini telaffuz etmem biraz zaman alıyor) yolumuza devam ediyoruz.
Kontrol karakolundan geçtikten sonra küçük bir servis istasyonu bize Žabljak’a geri dönmemiz için gereken malzemeleri sağlıyor.
Dinginlik anı
Piva Kanyon Otoyolu olarak bilinen yolun bir sonraki kısmı, Piva nehri eşliğinde Bosna sınırına ve Plüzine kasabasına kadar vadinin iniş-çıkış ve dönüşleriyle kıvrılarak adetra dans ediyor. Köprüler arasında tünellerden (56 adedi) ve 33km’lik saf adrenalin şeklinde dar patiklardan devam eden yol, tam bir mühendislik barındırıyor. Bu yol etkileyici bir sanat eseri gibi.
Çok aşağıda, Piva’nın altından turkuaz renginde tatlı bir su geçiyor, üstümüzde ise yüksek uçurumlar, kayaların ve zengin bitki örtüsünün yamaçlarında yükseliyor. Büyük ağaçlar bir şekilde kayaların çatlaklarında kök salacak kadar toprak bulmuşlar ve ağaç dallarının siluetleri kanyon duvarlarından seçilebiliyor. Sayıca daha az çalılar ise etraftaki alanın durağanlığına hareket katıyor. Zaman zaman Doğu Avrupa’nın bir köşesinden ziyade, Amazon ormanlarında sürüyormuşuz hissi uyandırıyor.
Bizi Durmitor masifinin göbeğine doğru götürecek karanlık bir tünel beliriyor ve öncesinde ihtiyacımız olan işaretin burada saklı olduğunun farkına varmıyoruz. Karanlık tünele girerken, Žabljak’ı gösteren bir işaret levhası önümüzde yanıp sönüyor. Sonunda finişin adını taşıyan bir işaret görmenin verdiği mutluluğu yaşıyoruz. Ama hala sürmemiz gereken 50km ve Durmitor masifinin zirvesine doğru tırmanmamız gereken 1,300m var.
Bir dizi firkete ve uzun düzlükler boyunca yamaçlardan yukarı doğru yol alıyoruz. 10km’den sonra ağaçlar başlayan meyil ile birlikte azalıyor ve kendimizi geniş yaz meraları eşliğinde, muhteşem bir yolda yalnız başımıza pedal basarken buluyoruz.
Zirveye daha da yaklaştıkça, güneş ufukta inişe geçmeye başlıyor. Durmitor’a girerken gölgelerimiz artık önümüze düşüyor. Ulusal Park parlak turuncu bir ışık huzmesine benziyor. “İşte bu” diyor Rob.
“Bu ne?” diye soruyorum, bir virajı daha gerimizde bırakırken; ki bu dönüş önümüze inanılmaz bir başka güzel manzara seriyor.
“Bence bu sürdüğüm en iyi rota” diye devam ediyor Rob, gözlerini önümüzde daha derin bir kırmızıya dönen dağlardan ayırmadan.
Saat akşam 10 civarında ve artık etraf neredeyse tamamen karanlık. Otelin ön kapısından içeri giriyoruz, danışmada günün erken saatlerinde tanıştığımız kadın resepsiyonist oturuyor. Durmitor Milli Parkı’nın Avrupa’nın en iyi keşfedilmemiş bölgelerinden biri olduğunu hiç şüphesiz kanıtladık ve onu keşfetmenin en iyi yolunun bisiklet olduğunu da.
“Sürüş nasıldı” diye soruyor resepsiyonist. Rob’u işaret ediyorum: “Bu soruyu ona sormalısın.”
Joshua Cunningham, dünyanın yarısını bisikletle gezen bir yazar ve bisiklet sürücüsü. Süreceği ise sadece diğer yarısı kaldı.
Balkanlar’ı asla dert etme
Bu rotayı buradan indirebilirsiniz. Nedajno’ya giden yolda Žabljak’tan kuzeydoğuya doğru ilerleyin. Kademeli bir tırmanıştan sonra Nedajno köyüne varmadan önce, Tara Kanyonu gözetleme noktasını ve Sušičko Jezero Gölü’nü gezin. Buradan, Šarići ve Polje köylerini geçerek, Tara Nehri’ne ve Bosna sınırına yakın hinterlandlara inmeden önce uzak yoldan tekrar kuzeye doğru pedal basın.
Gümrükleri geride bırakın ve E762 üzerinden, Pluzine Jezero’nun kıyısında, Pluzine köyünden hemen önceki Durmitor Park’a (yol P14) ulaşana kadar, güneye doğru devam edin. Parka kadar P14’ü takip edin, Durmitor’un zirvesine ulaştığınızda aynı yol üzerinden Žabljak’a geri dönebilirsiniz.
Nasıl gidilir?
SEYAHAT
Londra’dan Dubrovnik’e uçtuktan sonra, bisikletler için bir minibüs kiraladık ve Durmitor Milli Parkı’ndan Žabljak’a doğru inmeden önce, Kotor Körfezi’ne doğru kıyıdan yol aldık. Google Maps sürüşün üç ya da üç buçuk saat civarında süreceğini söylüyor; ancak dar ve virajlı yollarda seyahat daha uzun zaman alıyor.
KONAKLAMA
Žabljak ‘ın hemen dışında bulunan Polar Star Hotel’de (polarstar.me) kaldık. Sessiz çevre, geniş otopark ve açık büfe bisikletçiler için ideal. Gecelik kişi başı 40-50€ arasında ödeme yaptık. Ve evet, bisikletinizi odanızda tutabilirsiniz.