Yazı Aydan Çelik Fotoğraf Samed Kunaç
Ahmet Mumcu’yu bu derginin okurlarına tanıtmaya gerek var mı? “Son yıllarda, Türkiye’den yola çıkıp, yerkürenin farklı yerlerinde pedal çeviren gezginlerin çoğu ondan ilham aldı” desek, konuyu en kısa yoldan özetlemiş oluruz. 2015 Ekim ve Kasım aylarında yayınlanan uzun söyleşimizde onun 66 ülkeye uzanan 250 bin kilometrelik yolculuğunu konuşmuş, “Evliya Çelebi’nin bisikletli torunu” diye bir başlık atmıştık. (Söz konusu söyleşileri web sitemizde bulabilirsiniz.)
Ahmet Mumcu, o günden beri listesine 11 ülke daha ekledi. Onun için sayıların bir önemi yok aslında. Nicelik değil, nitelik peşinde çünkü.
Heybelerinin arasında duran bağlama, söz konusu niteliğin en önemli parçalarından biri.
Mumcu, bu iki “telli” nesnenin, yani bağlama ve bisikletin, ona bambaşka dünyalara girme fırsatı yarattığını, yepyeni ufuklar açtığını anlatıyor.
Biz de onun gönül yolculuğuna ucundan dâhil oluyor, bağlamalı bir bisiklet turu yapmaya karar veriyoruz.
(Bu tur için ekibimize bir kişi daha katılıyor. Samed Kunaç her zamanki gibi fotoğraf makinesiyle yanımızda olurken, Sedef İnallı video çekimleri yapıyor.)
Hacıbektaş’tan çıktık yola
Konu bağlama olunca sembolik bir yerden, Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinden başlıyoruz.
(Aslına bakarsanız böyle bir yolculuğu, bağlamanın farklı tiplerinin çalındığı Orta Asya’dan başlayıp, Balkanlar’a kadar yapmak lazım ama zamanımız şimdilik bu kadarına izin verdi.)
Hacıbektaş’ın adı, büyük mutasavvıf Hacı Bektaş-ı Veli’den geliyor.
1240’larda Horasan’ın Nişabur şehrinde doğan Hacı Bektaş-ı Veli, Ahmet Yesevi ocağında yetişmiş. Horasan’dan sonra Mekke’ye gitmiş. Irak, İran ve Suriye’den sonra Anadolu’ya gelmiş, o zamanki adı Sulucahöyük olan Hacıbektaş’a yerleşmiş ve dergâhını kurmuş. Zaman içinde burası bir külliyeye dönüşmüş.
Hacı Bektaş-ı Veli Aşık Veysel
1964’ten beri Kültür Bakanlığı’na bağlı bir müze olarak varlığını sürdüren külliyeye giriyoruz.
Külliye üç avludan oluşuyor.
Cümle Kapısı’ndan girdiğimiz Nadar Avlusu’nu geçiyor, Üçler Kapısı’ndan Dergâh Avlusu’na ulaşıyoruz. Altılar Kapısı’ndan üçüncü avluya yani Hazret Avlusu’na geçiyoruz.
Altılar Kapısı’nın hemen sağında Atatürk’ün Sivas’tan Ankara’ya giderken 22-23 Aralık 1919’da Hacı Bektaş ziyaretini temsil eden bir rölyef var. (Aynı zamanda, kaldığı evin restore edilip, müze olarak açıldığını ekleyelim.)
Üçüncü Avlu’da, Güvenç Abdal ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbelerinin yanı sıra Kırklar Meydanı’nın bulunduğu Pir Evi, Balım Sultan Türbesi, Bektaşi mezarları bulunuyor.
Pir Evi’ndeki küçücük bir hücrenin üstünde Çilehane (Kızılca Halvet) yazıyor. Burası külliyenin çekirdek kısmı imiş. Dervişlerin sadece ekmek ve su ile 40 gün geçirdikleri, dünyevi ihtiyaçlardan kendilerini yoksun bıraktıkları, nefislerini terbiye ettikleri yerler çilehaneler. Derviş sabrı dedikleri şeyin kaynaklarından bir tanesi…
Pir Evi’nde dervişlere ait eşyalar da sergileniyor. Camekânların içinde duran antika bir bağlama dikkatimizi çekiyor. (Malumunuz, bağlama, Bektaşi hayatının en önemli unsurlarından biridir.)
Âşık Veysel’den Yunus Emre’ye
Külliye’den ayrılıyor, 2 km sonra başka bir Çilehane’ye, diğer adıyla Deliklitaş’a geliyoruz.
Burası Deliklitaş’ın yanı sıra anıtlardan ve kabirlerden oluşan özel bir yer.
Önce yan yana sıralanmış 7 büstün bulunduğu Ozanlar Yolu’ndan tırmanıyoruz.
Seyyit Nesimi, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Hatai, Yemini, Kul Himmet, Virani’ye muhabbetlerimizi yolluyor, Âşık Veysel’in heykeline ulaşıyoruz.
Yunus Emre Hacı Bektaş-ı Veli Külliyesi
Daha önceki seyahatlerinde Veysel’in köyü Sivrialan’a giden hatta onun oğlu Bahri Şatıroğlu ile birlikte saz çalan Mumcu enstrümanını kılıfından çıkarıyor ve “Uzun ince bir yoldayım”ı seslendirmeye başlıyor.
“Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece/ Bilmiyorum ne haldeyim/ Gidiyorum gündüz gece…”
Veysel’in hemen yanında bir başka derya ozanın, Davut Sulari’nin heykeli var.
Sırtında sazı, “Leyla” adındaki atıyla Anadolu’yu ve Orta Doğu’yu karış karış gezen, türkülerini seslendiren Davut Sulari’nin bir dörtlüğünü buraya alalım:
“Kipriğin gaşına da değdiği zaman/ Bekleme sevdiğim de vur beni beni/ Şafağı sevdanın da söktüğü zaman/ Diyardan diyara da sür beni beni…”
Bir sonraki heykel Yunus Emre’nin. Buradaki onlarca heykel arasında elinde bağlama olmayan tek ozan Yunus galiba.
Bazı kaynaklar itiraz etse de, Türkçe’nin bu yüce isminin bir dönem Hacı Bektaş-ı Veli’nin yanında bulunduğu söyleniyor.
Onun “aşkın” aşkını dile getirdiği ünlü dörtlüğünü buraya almazsak olmaz:
“Ben yürürüm yane yane/ Aşk boyadı beni kane/ Ne akılem ne divane/ Gel gör beni aşk n’eyledi…”
(“Aşk” kelimesinin modern zamanlarda nasıl tek bir şeye indirgendiği meselesi bu derginin kapsama alanı dışında. Ama meraklısı için bir not düşelim.)
Ben bir mahzuniyim naçar giderim
Feyzullah Çınar ve Âşık İbrahim heykellerine selam edip, Mahzuni Şerif’in kabrine geliyoruz.
1940’da Afşin’in Berçenek Köyü’nde doğan ve yirminci yüzyıla damgasını vuran ozan, 2002’de Hakk’a yürüyünce Hacıbektaş’a defnedildi. Kabrinin hemen yanına bir de anıtı dikildi. Mezar taşına da şu dizeleri kazındı.

“Eğer bana gel gel olsa yüceden/ Çırpar kanadımı uçar giderim/ İsteğim yok gündüz ile geceden/ Ben bir Mahzuni’yim naçar giderim.”
Onun yüzlerce şarkıcı tarafından binlerce kez yorumlanmış “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım/ Önümüze dağlar sıralansa da/ Sermayem derdimdir, servetim ahım/ Karardıkça bahtım, karalansa da” türküsünü mırıldanarak Çilehane’ye yöneliyoruz.
Buradaki Çilehane’de bir de delikli taş var. Taştaki küçük delik, insanın hayattaki günahlarıyla bir yüzleşme yeri. Bir halk inancına göre o delikli taşın içinden geçen kişi günahlarından arınıyormuş.
Çilehane’nin hemen yanında bir Hacı Bektaş-i Veli heykeli daha var. Her tasvirinde olduğu gibi bir kucağında ceylan diğer kucağında aslan duruyor. “Sevgi muhabbeti kaynar yanan ocağımızda/ bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda/ hırslar, kinler yok olur aşkla meydanımızda/ aslanla ceylan dosttur kucağımızda…” dizelerine gönderme yapılıyor.
Bisikletçi Abdülcanbaz’in babası
Çilehane’den ayrılmak üzereyiz.
Ama ziyaret etmemiz gereken bir mezar daha var.
Sadece Türkiye değil, dünya karikatür sanatının zirve isimlerinden biri olan Turhan Selçuk da burada uyuyor.
Bisiklet-severlerin çoğu onu, yarattığı çizgi karakter Abdülcanbaz’dan tanıyor. Abdülcanbaz’ın maceraları arasında “Bir Velosipet Olayı” edebiyatımızdaki nadide bisiklet eserlerinden biridir. Turhan Selçuk 19. yüzyıl sonunda İstanbul’a bisikletin gelmesiyle başlayan
olayları anlatır.

Üstadın mezar taşında bisiklete binmiş bir Abdülcanbaz figürü bulunuyor.
Kırşehir yolunda bir cennet: Seyfe Gölü
Hacıbektaş’tan ayrılıyor, Kırşehir’e yöneliyoruz. Ama önce uğramamız gereken nefis bir yer var: Seyfe Gölü…
18 km sonra sonra Kayseri-Kırşehir yoluna geliyoruz. Buradan batıya devam ediyor, 7 km sonra Mucur’dan, Seyfe Gölü’ne doğru, kuzeye yöneliyoruz. Güzel köy yollarından geçiyor, 20 km sonra Badıllı Köyü’nün içinden Seyfe Gölü’ne ulaşıyoruz.
Türkiye’nin en önemli kuş cennetlerinden birine geç geldiğimiz için istediğimiz kadar kuş göremiyoruz. Uzmanlar kuşların göç mevsimi olan Mart ve Nisan aylarını öneriyor. O zamanlarda yüzbinlerce kuşu bir arada görmek mümkün oluyormuş. (Bu da “niye bu kadar çok turnalı, keklikli, bülbüllü türkü var?” sorusunun cevabı oluyor galiba.)
Bu sene yaz geç geldiği için ekinler henüz yeşil. (Buralarda henüz olgunlaşmamış ekinler için “göğ (gök) ekin” derler.)
Yunus Emre’nin genç yaşta ölenler için söylediği olağanüstü şiirde de bahsi geçer:
“ Bu dünyada bir nesneye/ Yanar içim, göynür özüm/ Yiğit iken ölenlere/ Göğ ekini biçmiş gibi.”

Ekinler henüz göğ. Belki siz bu yazıyı okurken sararacak, bozkıra “rengini” verecek. Ondan sonra hasat ve harman zamanı gelecek. Bu toprakların en kutsal yiyeceği ekmeğe dönüşecek.
Binyıllardır kurdu, kuşu, börtü, böceğiyle devam eden bu döngüyü anlatmak hep ozanlara düşmüş… Ahmet Hamdi Tanpınar boşuna “bizim romanlarımız türkülerimizdir” demiyor.
(Neyse… Burasının bir bisiklet dergisi olduğunu hatırlayıp, çok derinlere dalmayalım.)
Bisikletlerden iniyor karahindibaların ortasına oturuyoruz. Hani şu
üfürünce uçuşan sihirli bitki…
(Bilir misiniz Anadolu’da birçok yerde ona “şeytan arabası” derler.)
Mumcu bağlamasını çıkarıyor. Seyfe Gölü’ne karşı Neşet Ertaş’ın “Yolcu” türküsünü söylüyoruz:
“Bir anadan dünyaya gelen yolcu/ Görünce dünyaya gönül verdin mi? /Kimi büyük, kimi küçük, kimi kul/ Merak edip nedenini sordun mu?
(…) Garip bülbül gibi feryat ederiz/ Cahillik elinde küskün kederiz/ Hep yolcuyuz böyle gelir gideriz/ Dünya senin vatanın mı yurdun mu?”
Her evde bir bağlamacı
Yolu 40 km uzatıyoruz, ama değiyor. Seyfe Gölü’nü şiddetle tavsiye ediyoruz.
Artık Kırşehir’e gitme zamanıdır.
Dönerken Badıllı’da tipik bir köy evinin bahçesinde dolanan kazları fotoğraflamak için duruyoruz. Evin sahibi bizi bahçesine davet ediyor. Yolumuz uzun diye pek istemiyoruz ama Anadolu’da misafir daveti geri çevrilmez… Emekli öğretmen Yılmaz Macar’a ne yaptığımızı anlatıyoruz. Çok ilgisini çekiyor. Kendisinin de bağlama çaldığını öğrenince sazlar kılıflardan çıkartılıyor ve icraya başlanıyor.
Yoğun ısrarlara rağmen yolumuz uzun diyor müsaade istiyoruz.
Geldiğimiz rotadan dönüyor, Kayseri-Kırşehir yoluna bağlanıyoruz. Güneş batmak üzereyken Kırşehir’e varıyoruz.
Bu yol yaklaşık 93 km. Ama düz bir parkur. Yüklü bir tur bisikleti ile 15 km/h ortalama yaparsanız, 6 saat pedal çevireceksiniz demektir.
2. Gün: Neşet Ertaş’ın topraklarında
Kırşehir sabahına uyanıyoruz.

Hititlerden beri bir yerleşim yeri olan, sonradan Doğu Roma İmparatoru Justinyanus’un adıyla anılan şehir, Türklerin eline geçtikten sonra Kırşehir (bazı kaynaklara göre de Gülşehri) olmuş.
750 yaşında bir gözlem evi
Şehrin en önemli mimari simgesi Cacabey Medresesi aynı zamanda belediyenin de logosu… Anadolu Selçukluları’nın son döneminde, 1270’lerde yapılan medrese, bazı kaynaklara göre sonradan camiye çevrilen bir gözlem evi. Binanın kenarlarındaki silindirik mimari unsurlar, bazılarına göre birer füze örneği.
Biz gittiğimizde medrese restore ediliyordu. Tepesindeki büyük çelik iskelet, dilediği fotoğrafı çekemeyen Samed’in epey canını sıktı ama yapacak bir şey yok.
Medresenin önünde ise, henüz halka açılmamış, etrafı çevrili bir astronomi müzesi kurulmuş. Güneş saatleri, geometrik ölçüm nesneleri, pergeller, küreler…
Ahi Evran ve Aşıkpaşa
Şehrin bir diğer önemli yapısı ise Ahi Evran Camii
ve Türbesi.
Ahi Evran, aynı Hacı Bektaş-ı Veli gibi Horasanlı. Hoy kasabasında doğmuş. Ahmet Yesevi’nin dergâhında eğitim görmüş. 13. yüzyılın ortalarında buraya gelmiş ve Ahilik teşkilatını kurmuş. Modern zamanların deyimleriyle konuşacak olursak bir tür mesleki dayanışma örgütü olan Ahilik, o dönem içinde 32 meslek kolunu kapsıyormuş. Ahi Evran-ı Veli’de bu 32 mesleğin ustası ve piriymiş.
Şehrin başka bir kültürel miras sembolü ise Aşıkpaşa… Kayseri-Kırşehir yolunun kenarında türbesi bulunan Aşıkpaşa, 13. yüzyılda, Horasan’dan kalkıp Anadolu’ya gelen Baba İlyas’ın torunu. Takma adı “Garip” olan ve 12.000 beyitten oluşan Garipname adındaki mersiyesi ile Türk edebiyatının en önemli eserlerinden birini vücuda getiren mutasavvıf, Kırşehirliler için başka bir gurur kaynağı.
Ve Bozkırın tezenesi
Şimdi gelelim şehrin son büyük gurur kaynağına.
1938’de Kırşehir’in Kırtıllar köyünde doğan Neşet Ertaş da kendisi için “Garip” mahlasını kullanırdı.
Hayatının bir döneminde Yaşar Kemal ona “Bozkırın Tezenesi” diye bir yakıştırmada bulunmuşsa da, o hep “Garip”i tercih etmiş.
Neşet Ertaş, deyim yerindeyse Kırşehir’e damgasını vurmuş. Her yerde onun adını taşıyan bir şeye rastlamak mümkün. Şehri, ona beslediği büyük sevgiyi her yere yansıtmış.
O da şehrine beslediği sevgiyi hep canlı tutmuş. Çok genç yaşlarda, Ankara, İstanbul, Almanya yollarına düştüğü için ayrı düştüğü şehrine dair şöyle bir cümle kurmuş: “Ben Kırşehir’den hiç çıkmadım. O hep benim içimde.”
Kırşehirliler de bu kıymetli geleneğin son hazinesini bağrına basmış. O gelenek, yüzyıllardır çalan söyleyen, derdini, neşesini dillendiren büyük aşıklar geleneği.
Neşet Ertaş bir başka söyleşisinde kendisinin mektep görmediğini ama o “üniversite”de okuduğunu söylüyor: “Bizim üniversitemiz de bu. Asırlardır gelen bir kanalın çocuklarıyız biz. Oğlan çocukları doğduğunda göbeğine saz koyarlarmış. Onu çalamayan keman, onu da çalamayan zurna, o da olmadı davul çalacakmış. Başka çare yok… Ekmek bu kapıdan…”
Şu konuştuğumuz, yazdığımız, dinlediğimiz dile, Türkçeye yüzlerce armağan veren büyük ustanın mezarına çıkıyoruz.

Her zaman büyük bir saygı ve hürmetle andığı babası Muharrem Ertaş’ın ayakucunda uyuyor. Vasiyeti üstüne oraya defnedilmiş.
Temmuz 2000’de, yıllar sonra Türkiye’de verdiği ilk konserine gittiğimizde bize “Ayağınızın turabı (toprağı), gönüllerinizin hizmetkârıyım efendim” diye seslenmişti. O tarihten sonra 12 yıl daha yaşadı. Şimdi Veysel’in “sadık yârim” dediği kara toprakta…
Siyah mermerin üstünde “Muharrem oğlu Neşet Ertaş” yazıyor. Diğer taşın üstünde bir dörtlük var: “Sakın ol ha insanoğlu/ İncitme canı, incitme/ Her can bir kalp Hakk’a bağlı/ İncitme canı, incitme.”
Bir tür “feryat, çığlık” olarak tarif edilen bozlağın üstadı Muharrem Ertaş’ın mezarının üstünde ise: “İşte geldim, işte gittim/ Güz çiçeği gibi bittim/ Yalan Dünya’da ne iş tuttum/ Ömrüceğim geçti gitti” yazıyor.
İki büyük ustanın kabrinin hemen yakınında, bağlamayı çalma tarzından kaynaklı Çekiç Ali diye adlandırılan bir başka ustanın kabri bulunuyor. Genç yaşta göçtüğü bu dünyaya armağan ettiği Acem Kızı bile tek başına bir hazinedir: “Seni seven oğlan neylesin malı/ Yumdukça gözünden döker mercanı/ Burnu fındık ağzı kahve fincanı/ Şeker mi şerbet mi bal Acem Kızı…”
Harika bir heykel hikâyesi
Tekrar Kırşehir’e iniyoruz.
Tankut Öktem’in yaptığı Muharrem ve Neşet Ertaş heykelinin yanındayız.
Anlatılanlara göre Kırşehir Belediyesi bir Neşet Ertaş heykeli diktirmek ister.
O da:
“benim değil, babamın heykelini yapın. Biz onun yanında yetiştik. Eşek üstünde
köy köy dolaşırken ben onun yamacındaydım.
Asıl kaynak odur” diye başka bir teklifte bulunur. Bunun üstüne Muharrem
Ertaş’ın gençlik, Neşet Ertaş’ın ise çocukluk heykeli yapılır. Hatta ilk
örnekte her ikisinin eşek üstünde olduğu bir kompozisyon hazırlanmıştır. Neşet
Baba: “Hayvancağızın ne günahı var, hayat boyu bizi sırtında mı taşıyacak?”
diye ona da itiraz eder. Bunun üstüne eşek de serbest kalır.
Heykelin dibine oturuyoruz. Mumcu bağlamayı çıkartıyor.
“Zülüf dökülmüş yüze/ Kaşlar yakışmış göze/ Usandım bu canımdan aman/ Derdinle geze geze…” diye mırıldanmaya başlıyoruz.

O sırada bir teyze yanımıza geliyor. “Evladım hastaneden yeni çıktım. Neşeli bir şey çalın da moralim düzelsin” diyor.
Biz de repertuarın yönünü değiştiriyoruz: “Yeter naz eyleme bana/ gel göreyim yana yana/ aşık oldum gülüm sana/ yanıyorum yanıyorum hele/ Mayil oldum gonca güle/ Acem Şalı ince bele…”ye başlıyoruz.
Teyze memnuniyetini bildirip gidiyor. Biz de hadsizliğimiz için üstatlardan özür diliyor, müsaade istiyoruz…
Son olarak aynı bölgede bulunan başka bir saz ve söz üstadı Şemsi Yastıman’ın heykelinin yanına gidiyor, bu coğrafyanın yetiştirdiği özel insanların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyoruz.
İki günde Hacıbektaş ve Kırşehir
1. gün: Hacıbektaş’tan Kırşehir’e
Tura Hacıbektaş’tan başladık. İlçenin içindeki önemli yerleri ziyaret ettikten sonra Mucur’a yöneldik. Mucur’dan Seyfe Gölü’ne devam ettik. Seyfe Gölü’nün etrafında küçük bir tur attık. Ardından geldiğimiz yoldan geri döndük. Mucur’dan Kırşehir’e devam ettik. Bu rota toplamda 93 km civarında tutuyor. İrtifa kazanımı ise 480 m civarında.
2.gün: Kırşehir’in içinde
Sabah, Cacabey Medresesi, Ahi Evran Türbesi, Aşıkpaşa Türbesi gibi şehrin önemli tarihi ve kültürel noktalarını ziyaret ediyoruz. Ardından Neşet Ertaş ve babası Muharrem Ertaş’ın kabirlerinin bulunduğu Bağbaşı Mezarlığı’na çıkıyoruz. Ardından tekrar şehre iniyor turu noktalıyoruz.
2. gün bir tür “aktif dinlenme” ile geçiyor. Bol bol mola vererek, 15 km civarında yol yapıyor, 170 m civarında irtifa kazanıyoruz.
ALLI TURNAM
Yazının başında da söylediğimiz gibi; bu yaptığımız küçük bir turdu. Deyim yerindeyse deryadan bir tas su aldık. Eğer Ankara üstünden dönecekseniz “Allı turnam bizim ele varırsan” türküsünün yaratıcısı Hacı Taşan’ın memleketi Keskin’e uğramayı unutmayın. Keskin Belediyesi bir vefa örneği gösterip onun da heykelini diktirmiş. Heykelin bulunduğu Tarihi Taş Mektep’te yine müzisyen olan yeğeni Abidin Taşan ile sohbet etmeyi ihmal etmeyin. Zamanınız olursa bir türkü programına katılın.
Ayrıca şöyle bir not daha ekleyelim: Keskin, bisikletçi dostumuz Taner Birsel’in de rol aldığı Nuri Bilge Ceylan’ın bol ödüllü Bir Zamanlar Anadolu’da filminin çekildiği yerdir.
Bu gezinin sahne arkası videosunu izlemek için buraya bakabilirsiniz.
E-Posta bültenimize abone olun, en son haber ve röpörtajlardan ilk sizin haberiniz olsun!
