CORALINE CHAPATTE

Röportaj Samed Kunaç

Trenden triatlona bir kedi patisi

Başlık enteresan mı oldu? Merak etmeyin hepsini bir bir açığa kavuşturacağız..Yaş gruplarında 2015 yılından beri yarışmakta olan Coraline’i triatlon camiası çok iyi tanıyor. Her ne kadar ismi, geçen dört senede bir kez olsun doğru telâfuz edilmese de biz ona tüm dostlarının hitap ettiği şekilde, Cora diyerek keyifli sohbetimize başlayalım.

Cyclist Türkiye:  Cora önce başlığımızı merak edecek okurlarımız için isminden başlayalım. Coraline Chapatte nasıl okunuyor ve ne demek?

Coraline Chapatte: Selamlar. Çok keyifli benim için de bu sayfalara konuk olmak. İsmimin Türkçe okunuşu Koraline Şapat. Coraline biliyorsunuz mercan demek ve evet dostlarım bana kısaca Kora (Cora) der. Soyadım ‘Kedi Patisi’ anlamına geliyor. Yani adım Mercan Kedipatisi diyebiliriz.(Gülüşmeler!)

Cyc: Cora küçük yaşlardan itibaren sporla iç içe bir yaşamın olduğunu biliyoruz. Bir özet geçelim mi spor geçmişinle ilgili?

C.C: İsviçre Neuchatel doğumluyum. Bunu ne zaman söylesem insanlar bana 1988 yılında Galatasaray ve Neuchatel Xamax maçını hatırlayıp hatırlamadığımı soruyor. Açıklıyorum, evet hatırlıyorum! Okul hayatım boyunca voleybol ve atletizm yaptım ama liseyi bitirdiğimde tanıştığım dalış sporu hayatımı değiştirdi. 26 yaşıma geldiğimde ise ulusal tren işletmelerinde çalışan, standart ve fazlasıyla sistematik İsviçreli yaşantıma biraz renk katmaya çalışıyordum.

Cyc: Ve bu arayış seni Türkiye’ye getirdi.

C.C: Aynen öyle oldu. 2008’de sırt çantam ile Türkiye’de 3 haftalık bir tur yaptım ve sonunda Kaş’a varıp dalış yapmak istedim. Bu sırada tanıştığım şirket yöneticileri Fransızca da konuşmam sebebi ile bana bir iş ve dalış rehberi belgesi alma fırsatı sundular.

Cyc: Fransızca da dedin. İsviçre’de üç dil konuşuyordun. Ya şimdi?

C.C: Şimdi Türkçe de eklenince beş oldu. (Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca ve Türkçe)

Cyc: Peki Türkiye’de çalışıp yaşama kararına ailen nasıl tepki gösterdi?

C.C: İsviçre’de ailemizden erken sayılabilecek bir yaşta ayrılıyoruz. Bu sebeple kendi ayaklarımızın üzerinde çok genç yaşlarda durmayı öğrenmemiz gerekiyor. Başta onlara çok fazla şey söylemedim. Babama bu fikrimi açtığımda ilk sorusu “Türkiye’de devamlı elektrik ve su bulunuyor mu?” oldu. Bu onlara öğretilen ön yargılardan ibaret bir soruydu. Sonra Türkiye’ye geldiler ve burayı çok sevdiler.

Cyc: Arada yine bu konulara döneceğiz ama bölümümüz biliyorsun triatlon. Nasıl başladın ve altı ay gibi çok kısa bir sürede yaş grubunda nasıl Türkiye 3.’sü oldun biraz anlatır mısın?

C.C: İsviçre’de küçük yaşlarda koşmaya başlamıştım ve bunlar hep rekabet odaklı ve kazanma amaçlı yarışlardı. İstanbul’a taşındığımda her gün işten sonra 10 veya 20km civarı koşuyordum. Sonra daha uzun ve sonra daha uzun koşular geldi. 2014 yılına geldiğimizde 50 kilometrelik bir patika koşusuna katıldım ve kazandım.

Sonra da 7 tane ultra maratona katıldım. İnanılmaz tecrübeler oldu. 2015 yılında beş gün süren ve toplam 260km koşulan Likya Yolu Ultra Maratonu’na katıldım. Fiziksel, ruhsal ve duygusal olarak çok değerli anılar biriktirdim. Ayrıca bir de stres kırığı. Bu yarıştan sonra sakatlığımı öğrendim.

Cyc: Tabii koşu triatlon yarışlarının son ayağı ama en önemlisi yüzme. Onda nasıldın ve nasıl geliştirdin derecelerini?

C.C: Küçüklüğümden beri sahip olduğum tek stil ‘Kurbağalama’ idi. Yüzme koçu Taha Engin ile tanıştım ve 25mt yüzebilen beni dört ayda 1500mt serbest stil yüzer hale getirdi. Elbette destek ve diğer sporculardan ipuçları aldım ama disiplini hiç elden bırakmadım. Bazı akşamlar eve ağlarayak gidiyordum ama pes etmeyi asla düşünmedim. Sonra triatlet arkadaşlarım bana ‘sen zaten koşup yüzüyorsun. E bisiklete binmeyi de biliyorsun. Neden triatlon yapmıyorsun?’ dediler ve her şey böyle başladı.

Cyc: Bisikletin ve gerekli malzemelerin yok tabii. Sonra yolun Carraro ile kesişti, ama nasıl?

C.C: Sponsor arıyordum ve bu spora yeni başlıyordum ve bunu kesin bir şekilde söyleyebilirim ki ‘bana sponsor olmasalardı bu spora hiç başlayamazdım’. Ama onlar bana bir bisiklet ve malzemeden fazlasını verdiler. Bir aile gibi beni kucakladılar. Kendimi gerçekten bir takımın parçası hissettim ve ne zaman fabrikayı ziyaret etsem yönetim ekibi ile fikirlerimi rahatlıkla paylaştım. Bana sponsor olmadan önce ürün gamlarında karbon bisiklet bulunmuyordu. Benimle beraber bu da değişti.

Cyc: Sana özel bir de bisiklet yapıldı.

C.C: Evet. Karbon ve orta seviye komponentli bir bisikletti. Buradaki amaç başka sporcular için de ulaşılabilir bir ürün yapmaktı. Benim için yapılan bisikleti Accell çalışanlarının da katıldığı küçük bir törenle verdiler. O anı unutmam mümkün değil. Bisikletime bir de isim koymamı istemişlerdi ve ben de “Bulut” adını vermiştim. İkinci sezonumda bana daha üst grupsetli bir bisiklet verdiler, ben de adını “Bulut II” koydum.

Cyc: Seni hala gülümsetiyor bunları anlatmak.

C.C: Accell’de benim için üç çok özel an var. Birincisi az önce bahsettiğim ilk bisikletimi teslim almaya gittiğim an. Oradaki sıcak karşılama ve heyecan. İkincisi, 2016 yılında Accell’in bayi toplantısına katıldığım ve hikayemi 500 kişiye anlatma fırsatı yakaladığım an. Üçüncüsü ise 2017 yılında Bulut’un aynı isimle Carraro ürün gamında yer aldığını gördüğüm an. Bunların her biri benim için çok duygusal anlar.

Cyc: Sponsor bulmak triatletler için zor mu? Arayış içinde olan sporculara nasıl bir yol izlemelerini önerirsin?

C.C: Türkiye’de markalar daha çok elit sporculara sponsor olmak istiyorlar. Fakat Carraro bir yaş grubu sporcuya destek vererek bence çok doğru bir şey yaptı. Yaş grubu sporcuların sayısı elitlerden çok daha fazla. Ben de her zaman markayı doğru bir imaj ile temsil etmeye çalıştım ve yarışmalarda elimden gelenin en iyisini yaptım.

Sponsorluk konusunda genç triatletlere birkaç önerim var. Öncelikle dürüst, gerçek, iyi niyetli, güleryüzlü ve egosuz olun. Hem yarış alanında hem de sosyal medyada aynı şekilde davranın. Başarı da elde ediyorsanız en önemli adımı attınız demektir.

Cyc: 5 -6 ayda yaptığın sıkı antrenman ve beslenme programı ile Türkiye 3.’sü oldun. O dönemi biraz anlatır mısın? Kimlerden destek aldın, kimlerle çalıştın?

C.C: Şimdi ben de aynı soruyu kendime soruyorum. İlk katıldığım yarış bir olimpik mesafe triatlondu ve ben o zamana kadar havuzda en fazla 800mt yüzerek antrenman yapıyordum. Yarış günü ilk defa açık denizde 1500mt yüzdüm. Sonra bisiklette çok iyiydim ve koşuda her şeyimi verdim. Günün sonunda 3. olmuştum ve bu ilk başarı bana sonrasında daha fazlasını başarmak için gereken motivasyonu sağladı.

Kürsü böyle bir şey sanırım. Bir kere çıktığınızda canınız bir daha inmek istemiyor! (Gülüyor) Bu şekilde 2016 ve 2017’de yaş grubumda Triatlon Türkiye 3.’sü olurken, iki sezon üst üste (2017 ve 2018) Duatlon Türkiye Şampiyonu oldum. Şüphesiz en büyük desteği Carraro’dan aldım. Özellikle yarış alanındaki ekip her an yanımdaydı ve ailem gibi oldular.

İlk sezon çok stresliydim ve ama aynı zamanda şanslıydım. O zamanki Triatlon Milli Takım Antrenörü olan Andrea Gabba ile çalışmaya başladım. Onun desteği ve detaylı antrenman programı sayesinde çok hızlı bir şekilde triatlonun mantığını anladım ve uyguladım. Uzaktan olsa bile (İtalya’da yaşıyor) hemen hemen her gün konuşuyor ve detayların üzerinden geçiyorduk.

Cyc: Sonrasında katıldığın Half Ironman 70.3 yarışları var. Mental olarak zorluğu mu fazla yoksa fiziksel olarak mı daha tüketici bu yarışlar?

C.C: Evet, ilk sezonda Antalya’da ilk Half Ironman 70.3 yarışmasına katıldım ve çok iyi bir süre ile bitirdim, 5 saat 31 dakika süre ile yaş grubumda 5. oldum. Sonra 2016 yılında 3 tane Half Ironman yarışmasına katıldım. Gelibolu’da 3., Antalya’da 7. ve Bahreyn’de (Orta Doğu Şampiyonası’nda) 12. oldum.

2017 yılında Cezayir’de Triathlon Nord Africa’ya katıldım ve 1. oldum. Bu yarışlara eğer iyi bir hazırlık yaptıysanız vücut bir şekilde gidiyor. Fiziksel olarak çok fazla yıpranmadım fakat her şey kafada bitiyor. Devamlı kendimle konuşuyordum, yarışlardan önce zihinsel hazırlık yapıyordum. Üniversite hocam Prof. Dr. Turgay Biçer sayesinde bu konuda kendimi çok geliştirdim.

Cyc: Yarış sırasında kendini motive etmek de ayrı bir konu. Bunu nasıl başarıyorsun?

C.C: Yarışlarda hep kendimle konuşuyorum. Bazen beynimi rahatlatacak küçük oyunlar oynuyorum.Mesela kulaç sayıyorum, düz ve sonra ters. Çünkü bazen ne yaptığınızı unutmak, kafanızı boşaltmak gerekiyor. O anda başka bir şey düşünmelisiniz. Ultra maraton tecrübesi sayesinde efor bölmeyi öğrendim. Yarışlarda bazen 10 veya 24 saat durmadan koşuyordum.

Yarışı bir bütün ve tek bir efor olarak düşünürseniz bir sonraki adımı atacak gücü bulamazsınız. Fakat yarışı parça parça düşünürseniz buna adapte olmanız daha kolaydır. Triatlonda ancak son kulacı attığım zaman bisikleti düşünmeye başlıyorum mesela. Aynı şekilde son pedalı çevirdiğim zaman koşuyu düşünüyorum. Hep sakin kalmaya çalışıyorum. Genelde geç sudan çıkıyorum ama panik yapmıyorum. Bunu oyun gibi algılıyorum. Bisiklette önümdeki kızları geçmeye çalışacağımı kendime söylüyorum mesela.

Cyc: Spor dışında reklam, dizi filmleri ve çeviri ile uğraşıyorsun. Set aralarında çeviri yaptığın doğru mu?

C.C: Evet, son zamanlarda çeviri ile çok meşgul olmaya başladım. Büyük markalar için İngilizce’den Fransızca’ya çeviri yapıyorum ve tabii ki bu markalar farklı kıtalarda olduğu için gece gündüz metinleri bana gönderiyorlar. Sette olunca hep bilgisayarımı yanıma alıyorum ve çeviri yapıyorum.

Aslında artık bilgisayarım olmadan hiç bir yere gitmiyorum. Yarışlara gittiğim zaman veya seyahat ederken bile çeviri yapıyorum. Bazen zor, çünkü sanki hiç bir zaman çalışmayı bırakmıyormuşum gibi geliyor ama aynı zamanda istediğim yerde çalışabiliyor olmak çok güzel. Pek çok anlamda kendimi çok şanslı hissediyorum. Farklı diller konuşabildiğim için enteresan ve değişken bir iş yapıyorum.

Cyc: Türkiye’de en çok neyi seviyorsun? Düzeni ile meşhur bir ülkeden geliyorsun ve Türkiye günlük hayatın pek çok alanında kaotik. Unutamadığın, enteresan anlardan
birini bizimle paylaşabilir misin?

C.C: Spontane gelişmeler ve rutin yok! İsviçre’de kalsaydım bir ofiste çalışmaya devam ediyor ve başka hiç bir şey yapmıyor olurdum. Türkiye’de sanki farklı bir hayatı yaşama şansım oldu. Bir de Türkiye’de her an her şey olabilir. Hayat çok dinamik ve fırsatlar hiç bir zaman bitmiyor.

Türkçe’yi yeni öğrendiğim zamanlar bazı kelimeleri söyleyemiyordum. Gerçi hala söyleyemediğim bir çok kelime var. (Gülüşmeler) Mesela “Kıyma” diyemiyordum. Ağzımdan hep “Kimya” olarak çıkıyordu. Markette kıyma istemek tam bir kabûs haline geliyordu benim için. Kızarıp terliyordum. Parmağımla gösterip anlatmaya çalışıyordum.

Benzer Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir