CESUR KADIN HÜLYA KOÇ

Yazı SEÇİL ÖZNUR YAKAN

Hülya Koç. Bu ismi duyunca  heyecanlanmayanlardansanız, bu şimdi değişiyor! Adını ilk kez duyduğumda sanırım lisedeydim. O zamanlar adada bisiklet kiralamak dışında bisikletle hiç ilişkim yoktu. Muhtemelen Hülya Koç’u da o zaman bisikletiyle gezdiği için değil, tek başına bir kadın olarak Güney Amerika’da gezdiği için sevmiştim. Yıl 1995! Türkiye’de bazı şeylerin hala konuşulamadığı yıllardı.

Hülya Koç 1995 yılında önce tek başına bisikletiyle Güney Amerika’yı gezdi, sonra 1997’de yine bisikletiyle Afrika’yı.  “Bigamekibasuyake – Rüzgar İt Beni – Bisikletle Güney Amerika Yolculuğu adlı kitabı 1998 yılında Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlandı. Başucu kitaplarımdan olduğunu söylememe gerek yok sanırım.  

Güney Amerika rotası: Venezuela – Kolombiya – Ekvator – Şili – Arjantin – Şili – Bolivya – Peru

Afrika rotası: Güney Afrika Cumhuriyeti – Mozambik – Zimbabve – Malavi – Tanzanya – Kenya –  Etyopya – Eritre – Sudan ve Mısır

Yıllar yılları kovaladı ve bisiklet benim hayatımın vazgeçilmez bir parçası oldu. Hülya Koç adı sıkça olmasa da, hep aynı saygı ve hayranlıkla anıldığına tanık olduğum bir isim oldu. Ta ki, 2012 yılında Az Bilinen Antik Kentler Turu’nda Esra Ertan* ile gözleme ayran molasında sohbet edene kadar. Hülya Koç’u bilmez miyim diyenlerdendi o da ve üstüne bende iletişim bilgisi var demez mi? 7 yıllık macera orada başladı.

E-posta adresini alır almaz yazdım Hülya Koç’a! “Rüzgar İt Beni” adlı Güney Amerika bisiklet turunu anlattığı kitabını artık bulamıyorduk, Yapı Kredi Yayınları basmıyordu. Tekrar basılsa ne güzel olur ama bu arada sizinle bir röportaj yapabilir miyiz diyerek yazışmaya devam ettik Hülya Koç ile. İlk e-postasında “Hala beni hatırlayan birilerinin olduğunu bilmek hoş.” demişti. Oysa bilse Türkiye’de tur bisikletçiliği yapan kişilerin üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu. Yeni neslin onu tanıması gerekiyordu ve o röportaj yayınlanmalıydı.

Yıllar yılları kovalamaya devam etti ve biz arada haberleşsek de, o röportaj hayata geçmedi ve yıl 2018 oldu. Londra’ya gideceğim belli olduğunda, hemen bilgisayarın başına geçtim ve geliyorum, mutlaka görüşelim yazdım. Karşıdan yine sıcacık “mutlaka” cevabı geldi.

Londra’ya gidişimiz de aslında bir “kadın” meselesi yüzündendi. İstanbul’da daha çok kadın bisiklete binsin diye bir avuç kadın ile hayat verdiğimiz Bisikletli Kadın İnisiyatifi, Türkiye’den 10 ve Avrupa’dan 150 grupla beraber Facebook Avrupa Topluluklar Zirvesi’ne (Communities Summit Europe -FCS) davet edilmişti. Zeynep Arapoğlu ile beraber Londra’daki toplantılar biter bitmez, soluğu adı gibi güzel olan bir pastanede aldık. Hülya Koç artık her geçen gün daha çok bisikletli hale gelen Londra’da yaşıyor.

SÖY: Kitabınızı bulabilen şanslı kesimdenim.

HK: Nereden buldunuz?

SÖY: Kitabı aradığımı bilen biri Bisiklet Gezgini’ne mesaj atmış. Şu sitede 4 tane var diye. Ben de hemen girip aldım. Aslında dördünü de almak istedim ama almadım. Bahsettiğim gibi herkes kitabı almak istiyor. Yapı Kredi neden tekrar çıkarmıyor? Telif hakları YK’de mi? 

HK: Kimsede değil telif hakkı. Kitabim “editing”e de girmedi. Ben YKY’ına “hard copy”lerini verdim, “editing” yaparlar diye düşünüyordum çünkü yazı dili, bir geçmiş zaman oluyor bir şimdiki zaman… Ben de sonradan farkına vardım ama vakit de olmadı, başka seyahatler, işler derken buraya geldim, başka öncelikler çıktı.

Yapı Kredi hep sanat ağırlıklı işler yaptığı için, seyahat edebiyatına hiç girmediler. Bir tek bazen anılar yayınlıyorlar. Gerçi şu son dönemde takip de etmiyorum ne yayınlıyorlar ama hiç üzerine düşülmedi, ben de hiç düşmedim. Belki biraz daha iyi bir formata oturtup sonra onlarla tekrar masaya oturabilirim ama bu gelecek bir sene içinde olmayacak, orası kesin.

ZA: Ben Seçil sayesinde haberdar oldum, hiç bilmiyordum ama Atatürk Kitaplığı’nda buldum ve ödünç aldım.

HK: 90’ların sonunda Lonely Planet ile temasa geçtim. O zamanlar yazılı yayınlar hala revaçtaydı, internet bu kadar yaygın değildi. İlgilenir gibi oldular, sonra onlardan da ses çıkmadı. Ben de bütün hayatımı değiştirdiğim için üzerlerine düşmedim.

SÖY: Sizle ilgili bilgiler hep parça parça. İnternette araştırma yaparken bir Afrika yolculuğu var, o sırada kitap çıktı mı çıkacak mı, o kitap nerede gibi. Afrika bisiklet turunuzla ilgili o kitap çıkmadı değil mi?

HK: Hala günlüklerimde duruyor.

ZA: Şu an Türkiye’de bisiklet komünitesi o kadar büyüdü ki, internet sayesinde birbirlerinden o kadar güzel haberdar oluyorlar ki. Örneğin, Juliana Buhring’in kitabı çıkınca herkesin bir anda haberi oldu ve Türkiye baskısı sattı, herkes birbirine hediye etti. Güzel bir şey, muhtemelen bu kitap da yeni bir baskıyla çok güzel duyurulur ve satar.

HK:  Satılmış olması tabii ki iyi bir şey ama asıl duyulması, kitlelere yayılmış olması, bu hareketin çok önceden başlamış olduğunun belirtilmesi herhalde iyi olur.

SÖY: İstanbul’da Bisiklet Gezgini adında bir dükkanımız vardı, web sitemize 5 yıl içinde gelen sorulardan gördüğümüz üzere bir bilgi eksikliği var. Türkiye’de, özellikle tur konusunda bir avuç bilgi var. Eski turcuların %99’u sizi duymuştur. Çok az blog ve sizin kitabınız vardı. İstanbul’da bisiklet kullanan kişi sayısı artıyor ve büyük bir potansiyel var bisikletli ulaşım adına. Yeni nesil sizi duysun, ne yaptınız, nasıl başladınız bilsin istiyorum ben. 

HK: Ben Cemal Atasoy’u takip ediyorum. Gürkan Genç ile haberleşiyoruz. Eskilerden Velespit sahipleri vardı, onlarla çok tur yaptım, Marmaris, İzmir, Dalyan, Kapadokya… 

SÖY: O zaman çok az kişi varmış ve herkes birbirini tanıyormuş. Ben bisikletle işe gidip gelmeye başladığımda da öyleydi, şimdi ise tanımadığımız çok kişi var ve bu çok olumlu bir gelişme.

HK: O zaman başka bir dönemdi, biz hem çok gençtik, hem heyecanlıydık. Dağcılık ve kaya tırmanıcılığı yapıyordum o yıllarda. Bisiklete yönelmeme sebep olan, doğa ile buluşmak, doğa içinde bir spor yapmaktı. Dağcılık yaptığım gruplar vardı, kaya tırmanışlarına giderdik. Sonra hayatıma bisiklet girince, ikisini bir arada yapmaya başladım. 

SÖY: Nasıl girdi peki bisiklet? Bizim önümüzde kadın olarak siz vardınız. Sizin? 

HK: Çocukken hiç bisikletim olmadı. Hani herkes der ya, çocukken başladım diye, ben bisikletin hayalini bile kurmadım. Bisiklete üniversiteden sonra başladım. 1989 yılında İngilizcemi geliştirmek için İngiltere’ye geldim ve 8 ay kaldım. O dönemde İngiltere’de bisikletin ulaşım amaçlı olarak kullanılması hoşuma gitti. İngiltere’de fanatik bisikletliler var. Hayatlarını tamamen bisikletle idam ettiren, yaşam tarzı haline getiren çok insan var.

Sabah ya da akşam yoğun saatlerde güruh halinde insanlar bisikletle işe giderler. Bu stil ilgimi cekti. Çalışıyordum, para biriktirdim ve ilk aldığım şey bisiklet oldu. Sonra onu Türkiye’ye götürdüm. Trek almıştım. Türkiye’ye götürdüm ama İstanbul’da çok zordu bisikletle bir yerlere gitmek. Bir yandan da seyahat aşkı vardı ama uzun bir seyahat için aşamalardan geçmek zorunda olduğumun farkındaydım. İnkalar, bütün Güney Amerika kültürü zaten ilgimi çekiyor, İspanyolca öğrendim çünkü bir ülkede, kıtada hiç anlaşamamak kötü bir şey. Hiç bir şey anlamadan, özellikle yerel insanlarla temasa geçmeden bir anlamı yok tura çıkmanın. Aksi halde turist gibi geziyorsunuz.

Eskiden gezmek daha naifti, daha hoştu. Şimdi internet vasıtası ile herkesin elinde cep telefonları var, selfie çekip anında 10 bin km öteye gönderebiliyor. Neyse, hepsi bir araya geldi o dönemde, üniversitenin sonu, buraya gelmem, seyahat, bisiklet, doğa sporları… İşte o dönemde İzmir-Marmaris arasında tek başıma bir tur yaptım 5 günlük. Bu benim için tamamen bir sınama turuydu. Duygu Asena çok heyecanlanmıştı turumu duyunca. Hemen Kadınca dergisine bir yazı yazdım ve oradan ufak bir para geldi, acayip hoşuma gitmişti. Zaten en büyük lüksümün Fanta içmek olduğu bir seyahatti. Kaldığım yerler çadır ya da birilerinin eviydi. O seyahatten sonra kendime güvenim arttı, ben daha uzun seyahatler yapabilirim dedim.

Başka uzun turlar da yaptım Türkiye’de, kendi başıma ve bazı bisikletli arkadaşlarla. Demirkazık’a kadar bisikletle çıktık mesela, tabi ki zirveye bisikletleri kampta bırakarak tırmandık. İşte böyle, etap etap performansım ve uzun süreli dayanıklılığım arttı. Derken İspanyolcam kıvama geldi, ben de kıvama geldim. O zamanlar veteriner olarak Migros’ta çalışıyordum, istifamı verdim ve işten ayrıldım. Ekim ayının beşiydi galiba, 1995 yılında yola çıktım. Bu tur benim için tam bir “revelation” (devrim) gibi oldu; aydınlanma, kendimi sınamak, doğayla birlikte hareket etmek, çok uzak mekanlara gitmek ve o sınavı pozitif olarak sonuçlandırmak.

SÖY: İstanbul’da daha çok kadın bisiklete binsin diye Zeynep ve birkaç arkadaşla beraber Bisikletli Kadın İnisiyatifini kurduk. O dediğiniz şeyler aynen bizim hayatlarımızda da yaşandı aslında. Ben de Bostancı-Fenerbahçe arası bisiklet sürmeye başlayıp, yapabiliyorum biraz daha ileri gidebilirim diyerek, şimdi başka kadınlara ilham verme noktasına geldim.

Hem fiziksel olarak hem de zaten sizin anlattığınız gibi insan görmeden günlerce gittiğiniz günler oluyor, havanın kötü olduğu zamanlar var, ekipmanınızın, yiyeceğinizin yetersiz olduğu durumlar var ve bir şekilde onlara çözüm bulup “hayatta kalabilme”yi başarabiliyorsunuz. Benim için de öyle oldu aslında. Neler yapabileceğime ilham veren bir şey bisiklet.

HK: Bisiklette insan hakikaten limitlerini zorlayabiliyor. Gerçi yürüyüşte de koşuda da olabilir ama yürüyüşte, koşuda ritim daha az. Bazen dünyayı, şu kıtayı yürüyerek geçenleri duyuyorum. Bisiklette tempo vardır. Karar vermeye çok müsait bir araçtır: İstediğiniz an durabiliyorsunuz, kalkabiliyorsunuz. Bir de bisiklette insanlara karşı pozitif bir enerji de veriyorsunuz; köylüye, kasabalıya, sokaktaki insana…

Ben hep insanların bana acıdığını düşündüm beni bisiklette gördüklerinde. Fakir olduğumu düşünüyorlardı ya da beni koruma gereği duyuyorlardı. O iyi bir şey aslında, bir araç ile gittiğinizde ister istemez bir hedef haline gelebiliyorsunuz. Batılı, zengin diye bakıyor insanlar Afrika’da, Güney Amerika’da fakir bir yerdir ama bisiklet olunca, paranız yok da sokaklara, yollara düşmüşsünüz, sizin için tek alternatif buymuş gibi geliyor insanlara. Bu da onların seviyesine iniyorsunuz gibi bir durum yaratıyor, iyi bir şey, kapıları açma açısından iyi bir şey.

Tek olmanın da avantajlarını çok yaşadım. O zamanlar insanlar bana, kadın olarak zorlanmadın mı, dezavantajı olmadı diye soruyorlardı. Tam tersine avantajını yaşadım. Bir erkek olsaydım, feodal ülkelerde, İslam ülkelerinde bir erkeği içeri almazlar çünkü evde kadın vardır. Batıda, daha doğrusu Hristiyanlığın hüküm sürdüğü topraklarda da bir mahremiyetlik var. Her zaman erkeği içeri almak istemiyorlar ama kadın olunca kapılar pat diye açılıyor. Evde kalmanıza izin veriyorlar, şakalar yapılıyor… Bir kadının koluna girebilirsiniz, hiç problem olmaz. Ben kadın olmanın avantajını yaşadım. 

SÖY: Bir arabayla mola versek kimse bize nereye gidiyorsun, nereden geliyorsun gibi sorular sormaz ama bisiklet olduğunda mutlaka konuşma başlıyor: “Taa oradan bisikletle nasıl geldin, nasıl gideceksin, arabayla götüreyim seni…”

HK: İlgisini çekiyor insanların. Mesela ben, farklı uçlarda yasayan insanlarla tanıştım. Güney Afrika’da, Zimbabve’de çok fazla ırkçı çiftçinin yanında kaldım. Tüylerim diken diken edecek kadar konuşmalara ve de davranışlara tanıklık ettim. Beni yoldan aldılar, bu gece istersen bizde kal dediler. Bazen kötü filmlerde olur ya, bir daha o kişiden hiçbir zaman haber alınamaz, hani en son görüldüğü yerde bir traktöre ya da kamyona binmiştir, ama hiç öyle bir şeyden korkmadım ben.

Hoş şimdi, yaş ilerleyince eskiye doğru bakınca, hakikaten acayip bir risk varmış diye düşünüyor insan. Nasıl yapmışım bu kadar yolu korkusuzca? Çünkü kadın olmakla alakası da yok bunun, bir erkek de olabilirsiniz. Bir seri katilin, bir manyağın eline de düşebilir insan ama sonuçta hayat da zaten öyle bir şey değil mi? Neyin ne olacağı belli değil. Şehirlerde de çok güvenli bir şekilde yaşamıyoruz.

SÖY: Evet, bana soranlara da öyle diyorum. İstanbul’da bir otobüs durağında beklerken bana bir araba çarpma olasılığı da var, illa hayattan endişe duyuyorsak, kaza yapma, kafanıza bir şey düşme olasılığı da mevcut. Aslında yollarda bazen kimseyi görmediğiniz zaman, yani insan olmadığında tehlike bile olmuyor.

Ben de 2010 yılından beri tur yapıyorum ve hiç öyle bir tehlike ile karşılaşmadım. Ama nerede sürdüğünüze de dikkat etmek gerek, ışıklandırmanın az olduğu, olmadığı, çok kamyonlu bir yolda gece sürmemek gibi. Ortak aklın dikkat ettiği bazı şeyler var. Londra’da bile gece süremeyeceğiniz yerler vardır.

HK: Evet, geçen Kasım ayında o kadar çok olay yaşadık ki; dükkana girip müşterilerin laptoplarını çaldılar. Motosikletli gang gruplar var Londra’da. Bıçakla işlenen suçlar çok yüksek Londra’da. Kafede çıkan tartışma ile kim vurduya gidebilirsiniz bile.

ZA: Ben bisikletten sonra kontrolcülüğü bırakıp, sezgilerime güvenmeye başladım. Her şeyi kontrol edemiyorsunuz zaten. Sezgilerinle yol alacaksın.

HK: Tecrübe ile insan, kimden nereden tepki gelebileceğini, sezgileriyle kestirebiliyor. İlk defa İzmir’den yola çıktığımda Seferihisar’a gittim, çünkü orada ev sahibim oturuyordu, onlarda kaldım. İkinci sefer Aydın’a yola çıktım, öğlene doğru çok yoruluyordum, Ağustos ayıydı, sıcaktan bayılıyorum ve hep askeri kışlaların önünde uyuyordum. Ufak bir uyku enerjimi artırıyordu.

Askeri kışlanın önünde, nöbet tutan askerlerin yanında matı serip bayılır gibi uyuyordum. Bundan daha güvenli bir yer olamaz yani. İnsanın sezgilerinin yükselmesi tecrübe ile oluyor ama bazen de hakikaten pozitif olup kötü düşünmemek, başına bir şey gelecek diye endişelenmemek lazım. Türkiye’de herkes çok endişeli biliyorsunuz.

ZA: Aslında herkesin başına kötü bir şey gelmiyor, başkalarının deneyimlerinden korkuyorlar.

HK: Sürekli bir dedikodu dolaşıyor.

SÖY: Büyütülürken sürekli onu yapma, oraya gitme.

HK: O aslında bir kontrol mekanizması. Aileler, ebeveynler tarafından geliştirilen bir şey. Çocuklara başına bu gelir, şu gelir diye korku salıyorlar, yok yere.

SÖY: Türkiye’de bana en çok gelen soru şu oluyordu: Yapabilir miyim? Ben de iki günlük bir yere git, İznik’e örneğin gidip gel. Bu işi sevecek misin, yapacak mısın gör diyorum. Sizce?

HK: Evet tabii ki. İnsanların hep büyük oynama derdi. Gözünün yükseklerde olması benim anlamadığım bir şey. İlk önce yüzmeyi öğreneceksin ki sonra okyanusta yüzmeye çalışasın. Önce göle git, nehre git, ardından daha sığ bir denize git, ardından okyanusa. Skala yükselecek, hem cesaret artacak hem bilgi tecrübe artacak. Vücut ona alışacak. İnsanlar bir şeyi anlamıyor; akümülasyon diye bir şey var.

Herhangi bir sporda da geçerli. Yaparken ilk gün her tarafın ağrır, bitersin ölürsün ama ondan sonra vücut öyle bir alışıyor ki; 155km yaptığım zamanlar oluyordu. 20-30km yol yapınca bakıyorum saat 10 olmuş, şimdi neden durayım. Varacağım yere de vardım ama hadi devam edeyim diyordum. Saat erken deyip 50km’lik ilerideki köye basıp gidiyorsun. Hiç problemsiz.

SÖY: Genel bir rota mı yapıyordunuz? Bugün şu tarafa gideyim ya da şuraya varayım gibi?

HK: Anlık fikir değiştirip rotamı hızlandırıp ya da yavaşlattığım olmadı değil. Mesela 100km yapmayı planladım ama 20km sonra çok güzel bir yere geldim ya da birileriye tanıştım, bütünüyle değiştiriyordum planımı ve orada kalıyordum. Ya da tam tersi, gititğim yol az geldi ya da gittiğim yerden memnun kalmadım, bir sonrakine doğru yola çıkıyordum. Ama turumun başında genel bir plan yaptım, 3 ay şu ülkede kalayım, 1 ay burada kalayım…

Yüz ölçümüyle de ilgili, doğal yapısı ile de, dağlar mı var, yapacağım kilometre de önemli tabi. Peru’da örneğin çok vakit harcadım, Bolivya’da da çünkü tam görmek istediğim yerlerdi. Venezuela’da çok fazla vakit harcamadan hızla geçmeye çalıştım. Bir tek Barinas ve And Dağları bölgesi çok ilginç geldi. Yollarda leşleri çıkmış hayvanlar ve sıcak, başka bir şey yok. Tamamen insanın yoldaki düşünce yapısı yolun durumuna bağlı olarak değişiyor, ya hızlı geçiyorsunuz ya da özümseye özümseye biraz daha seyahat tarafı ağır basıyor ya da spor tarafı yükseliyor.

SÖY: Bisiklette eşyalar da yanımızda olunca, gidebilirim, istediğim yerde durabilirim, yiyeceğim nasıl olsa yanımda diyebilirsiniz. Ruh halimize göre devam edip etmeme kararını verebiliyoruz.

ZA: O zamanki trafik şartları ile şimdiki aynı değil belki. Güney Amerika’da da, bizde de daha çok araba var.

HK: Son 1o senede dünya acayip değişmeye başladı. Telefonu bırak, dijital fotoğraf yoktu. Ben çektiğim fotoğrafları bastırmak için acayip zorlanıyordum. Telefon yok mesela. Türkiye’yi büyük şehirlerden arıyordum telefon kulübesine girip. Sıraya giriyorsun, senin sıran geliyor ve 3 dakika: “Şuradayım, iyiyim, her şey yolunda” pat kapanıyor. İnternet yoktu, e-mail diye bir şey yoktu.

SÖY: Aileniz peki? Şimdi cep telefonumuz ile haber veriyoruz ve buna rağmen ailelerde tedirginlik var. O zaman günlerce, haftalarca haber yok.

HK: Ben 89’da Londra’ya gelip 90’da döndüğümde Türkiye’de 2-3 ay ailemle yaşadım ve sonra onlardan ayrıldım. Büyük bir şok oldu onlara. Kendimi ve onları sınadım. Bana sinir oldular, özellikle annem, ilişkimiz bozuldu. İstanbul’da oturuyoruz, onlardan fazla uzakta değilim, evimde tek başıma yaşamak istedim, özgür olmak istedim. Onun bir uzantısıydı bu seyahatler de.

Aileme hiçbir zaman “gidebilir miyim?“ diye sormadım, hatta gazetelerden duydular benim yola çıkacağımı. Endişe edecek zamanları bile olmadı. Gazete, tv röportajlarımda hep şu mesajı veriyordum: “Ananızı babanızı sakın ha dinlemeyin. Onlar size sadece ayak bağı olurlar. Size hiçbir zaman ilham vermezler. Onların korkuları ve bağnazlıkları, ileriyi görmelerine engel olur.”

SÖY: Şimdi bir anne olarak da benzer şeyler 
söylüyor musunuz?

HK: Ben oğlumu çok özgür yetiştiriyorum, hiç engel olmuyorum. Her şeye de hazırım. Istediği tercihte bulunabilir. Şimdi evin dekorasyonuna karışıyor. Sen gideceksin niye karışıyorsun, burası bizim evimiz diyorum. İnsanlarin çok kaygısı var. Onu da yeni nesillere anında aktarıyorlar. Ben tam tersiyim o anlamda, benim annem babamın bir şey söyleyebilecek lüksleri olmadı. Aramız düzeldi tabi sonradan. Babam vefat etti, lakin her zaman yaptığım işin değerini fazlasıyla takdir etti, farkına vardı. Annem hala deli işi diye bakıyor.

SÖY: Kitabınızın sonunda Afrika rotanız var.

HK:  Capetown’dan başladım. O zaman Coşkun Aral ve ekibiyle çalıştım. Geldiler, çekimler yaptılar. Capetown’dan Garden Route üzerinden Svaziland ve Mozambik, Mozambik’ten Güney Afrika Cumhuriyeti’ne gerip dönüp oradan Zimbabve ve oradan Tete Koridoru’yla Malavi’ye. Tanzanya ,Kenya. Kenya’nın kuzeyini araçla geçtim. Somali’den gelen korsanlar, haramiler çok aktifti, Kenya’nin kuzeyinde çok terör estiriyorlardı. Kimseyi de geçirmiyorlar zaten, ordu size izin vermiyor, konvoy yaptırıyorlar insanlara. Ben de öyle geçtim.

Sonra Etiyopya’dan Eritre’ye geçtim. Sudan sınır kapısı kapalıydı savaş nedeniyle. Kızıldeniz’de şanslıydım, yelkenliyle seyahat edenler kuzeye gidiyormuş, tam da benim orada olduğum mevsimde. Yelkenli eski bir katamaran, beni Port Sudan’a bıraktı. Oradan Kahire’ye uçtum. Böylece son etabı atlamış oldum. Kahire’de Coşkun Aral ve ekibiyle buluşarak turu bitirdim.

SÖY: Daha sonra bu seyahat ettiğiniz yerlere tekrar gittiniz mi?

HK: Gitmedim. Geçen sene Peru, Bolivya, Şili, Atacama, Salar de Uyuni, Titicaca Gölü ve Machu Picchu diye plan yaptım ama işlerin yoğunluğundan olmadı.

SÖY: Nasıl değişti oralar acaba? Sizin gözünüzden, o bisikletle aldığınız yolları arabayla geçerken…

HK: Sürekli hayalini kuruyorum her şeyden önce. Benim hatıralarım çok derin, çocukluğumdan beri hislerim, birebir diyaloglarım bile kafamdadır. Bazen bir oda gibi, hayal dünyamda oralara gidiyorum çok fazlasıyla. Birebir canlılar yani, bazen sokaklarında dolaşıyorum o kasabaların köylerin.

SÖY: Bisiklet yolcuğu çok kuvvetli, benim için de, her adımı siz atıyorsunuz, araba değil de, güç verdiğiniz bir emek harcadığınız için yoldaki bütün bitki örtüsü, geçilen yerler, bende coğrafya dersinden çok daha iyi kalıyor.

HK: Kesinlikle. Bir ülkeyi bundan daha kolay sindiremezsiniz. Her şey birebir; doğa, insanlar, yol, yemek, kültür çok fazlasıyla insanın içine işliyor ve elbette biraz da almaya açık bir insansanız.

* Esra Ertan’ın kadın ve bisiklet üzerine yazılarını Cyclist Türkiye’nin önceki sayılarından hatırlarsınız. Sesini ile Açık Radyo’da Aydan Çelik ile beraber sunduğu Şeytan Arabası programından. Güzel muhabbetini ise bilenler bilir.

Bu yazı, daha önce Cyclist Türkiye Mart 2019 sayısında yayınlanmıştı.

Benzer Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir