Yazı İBRAHİM YILMAZ Fotoğraf TARIK GÜL
Bu yazı, daha önce Cyclist Türkiye Nisan 2018 sayısında yayınlanmıştır.
Yeniden yüzünü gösteren güneş batıya doğru yolculuk ederken bizi de Gökçeada’ya çekti. Sabah dokuz feribotu ile adaya bastığımızda mavi bir gökyüzünün altında yüzlerimiz gülüyordu. Güneş aydınlattığı kadar havayı ısıtmada da bonkör davranıyordu. Tek kötü haber adaya feribotun günde üç kez uğramasıydı. Bu, anakaraya geri dönüş için saat beşe kadar vaktimiz olduğu anlamını taşıyordu.
Eski adıyla Imbros ve 1970’ten günümüze Gökçeada olarak bilinen bu güzel adada sürüş adına beklediğimizden fazlasını bulduğumuzu peşinen söylemek isterim. Değişken eğimli tırmanışlar, sert virajlar, pave taşlar, tarihi köyler, deniz manzarası, ovalar, kel tepeler ve uzun düzlükler… Ve neredeyse hiç araçla karşılaşmadan turumuzu bitirdik. Keşke son feribot birkaç saat daha geç olsaydı.
Ne yazık ki süremizin kısıtlı olması adaya araçla geçmemizi zaruri kılmıştı. Ve feribot adaya yanaşıp, kapakları açtığında doğruca Kaleköy’e yol aldık. Feribot henüz Gökçeada limanına varmamışken, çıplak görünen tepeler beklediğimizden daha fazlasıyla karşılaşacağımızı müjdeliyordu bizim için. Ekipten hiç birimiz daha önce Gökçeada’da bulunmadığından ötürü daha düz bir parkur beklentisi içindeydik. Toplam 70km’lik bir parkur olduğunu düşününce hızlı bir sürüş olacağını varsaymıştık. Ama öyle olmadı.
Kişisel olarak tırmanış olmayan bir parkurda kendimi mutlu hissedemiyorum. Çok iyi tırmandığımı veya performansımın yüksek olduğu iddiasında değilim. Ağzımdaki bakla şu, tırmanırken dans etmenin peşindeyim. İnişlerde bisikletime yatıp kuşlar kadar özgür hissetmeyi seviyorum. Düzlüklerde ayağa kalkıp sprint atmak, kısa bir an için bile olsa kendimi profesyonel bir yarışın içinde kaçıştaymış gibi hissetmek istiyorum. İşte Gökçeada benim gibi düşünenler için bulunmaz bir nimet diyebilirim.
Eğer keyifli bir bisiklet turu yapma peşindeyseniz, Gökçeada için doğru mevsim okulların tatil olmadığı dönemler. Yani erken bahar ve kış öncesi. Bu turizm için sezon dışı, bisiklet turizmi için sezonun ta kendisi. Ve biz kapalı işletmeleri göz ardı edersek doğru zamanda doğru yerdeydik. Adada bir o yana bir bu yana koşturan keçi ve koyunların arasında kendinizi neredeyse terk edilmiş görünüme bürünen köylerin içinde bulduk.
Eğer bisikletle keşfe çıkacaksam önceden araştırmayı çok sevmiyorum. Kontrolsüz gelişen şeylerin tadına varmak niyetindeyim. Pedallayarak arşınlamayı, sorarak öğrenmeyi tercih ediyorum. Kendimi sürüşe tutsak etmektense bisikletimle sosyalleşmeyi, bisikletimin ulaştırdığı yeni yerlerde yeni insanlarla tanıştırması için şahsen küçük molalar vermekten keyif alıyorum.
Kaleköy limanda kahvaltı ile başlamak var aklımızda. Ancak tüm işletmelerin kapısında kilit var. Böylece vakit kaybetmeden doğru Zeytinli’ye diyoruz. Ardımızda Yunanistan’ın Semadirek Adası’nın (Samothraki) tepeleri manzarayı tamamlarken tura başlamanın keyfini sürüyoruz.
Zeytinli sapağı çok geçmeden beliriyor. İçeri girdiğimizde yokuşun tam başladığı noktada asfalt bitiyor ve pave taşlarda mücadele içine giriyoruz. Bu iki yönlü bir mücadele. Büyük ve asimetrik taşların arasında ince tekerlerimizi sıkıştırmadan dengeyi korumaya ve tepede kurulmuş köye doğru bisikletimizi yukarı sürmeye çalışıyoruz. Erman’a tıpkı Paris-Roubaix’deki gibi değil mi derken belli ki ekrandan izlediğim yarışlarda yeterli dolduruşa gelmişim bile. Erman beni düzeltmekte tereddüt etmiyor “Flanders diyelim İbrahim abi, Paris-Roubaix’de böyle dik eğimler yok.”
Düzensiz taşlar ve eğim, düşecek miyim endişesi yaratmadı dersem inanmayın. Düşme riski yaşamasam da tedirginlik yaşadığım doğru. Tekerlerimle beraber ‘Adanın içinde köyü neden tepeye yapmışlar?’ diye bir sual dönmeye başlıyor zihnimde. “Burası tarihi bir Rum köyü. Ve diğer tüm Rum köyleri gibi bu köy de korunma amaçlı olarak denizden uzak yüksek yerlere konuşlanmış” diye cevap oluyor bu soruya Yeşil Ev Butik Otel ve Kafe’nin işletmecisi Sema Usta.
Köyün hemen girişinde yer alan Yeşil Ev’de mola vermeden önce Paris-Roubaix’yi izlerken yapacağımız muhabbetlere konu çıkarmak için tırmanışı hemen sonlandırmak yerine köyün merkezine kadar devam ediyoruz. Ama çok geçmeden dar sokakta park halindeki araba, “hadi hevesinizi aldınız bundan sonrası yürüyerek” diyor gibiydi.
Elbette İstanbul’daki arkadaşlarımız Gökçeada’ya gideceğimizi söylediğimizde yapılması gerekenleri biraz fısıldamışlardı. Madam’ın Yeri’nde dibek kahvesi içilecek ve Hristo’nun Tatlıları tadılacaktı. Ne yazık ki iki mekanda kapalıydı. Biz de dönüş yolunda Sema Usta’dan aldık haberleri:
“Gökçeada Zeytinli ile ilgili biraz araştırma yaptığınızda hep Madam’ın Yeri ile karşılaşırsınız. 25 yıl önce adadaki ilk ticari kuruluş olarak açılmış. Fakat Madam’ın yalnız bir çocuğu vardı ve o da geçen yıl vefat etti. Onun çocukları ise kendi aralarında anlaşamadığı için Madam’ın Yeri geçen yıldan beri kapalı ve bu yıl açılıp açılmayacağını bilmiyoruz.”
Demek ki Madam’ın Yeri kapalı, peki biz dibek kahvesi içemeyecek miyiz? Neyse ki imdadımıza Yeşil Ev Butik Otel’in kafesi yetişiyor ve Sema Usta bize kahvelerimizi ikram ediyor: “Dibek Kahvesi’nin farkı daha kalın telveli olması. Aslında başka bir kahve türü değil, onu farklı yapan öğütülme şeklidir. Dibek kahvesi ismini öğütüldüğü havandan alınır.
Ağaçtan ya da taştan yapılan ve genellikle tahıl gibi ürünleri ezmek için kullanılan havana dibek adı verilir. Ama artık eski usul kullanan yok herkes fabrikasyon aynı yerden alıyor. Bildiğiniz gibi adada kahve üretimi de yoktur. Badem üretilir. Çeşitli otlar toplanır. Kayısı, nar, incir gibi meyvelerle üzüm bağları vardır. Üzüm bağları şarap yapımı içindir” diyor Sema hanım.
Sema Usta emekli öğretmenlerimizden. Zeytinli’de yaz kış faaliyet veren tek işletme. 3 Temmuz 2016 tarihinde açılışını yaptıkları kafe ve pansiyon, metruk halde eski bir Rum eviymiş. Sema hanımdan bu evin hikayesini dinliyoruz “Tatillerimizi hep bu adada geçirirdik. Kalmadığımız pansiyon yoktu. Biz de bu işi layıkıyla kıvırırız dedik ve eşimle beraber Anıtlar Kurulu’ndan izin alarak restore ettik.
Yeşil Ev’in köydeki diğer evlerden bir farkı var. Genellikle evlerin iki ayrı bölümden oluştuğu görülür. Bizim evimiz ise bir bütün. Evlerin iki bölüm olması onların geleneklerine ait bir uygulama. Evlendiklerinde kız annesinin evinde kalıyor ve ikiye bölünerek yeni aileye yuva açılıyor. Gökçeada’da Rumlar bizim gibi kız almıyor, damat alıyor diyebiliriz. Olayı baştan çözmüşler yani. Yeşil Ev Butik Otel’in ise evin iki bölüme sahip olmadığını görüyoruz.
Çünkü bu evin eski sahibi olan ailenin tek çocuğu varmış. Ve bu çocuk büyüdüğünde hiç evlenmemiş dolayısıyla evi bölmemişler. Alt katı bir ahşap sanatçısına kiraya vermişler. O da atölye olarak kullanmış yani yüksek tavana sahip bir ev. Aldığımızda bahçesi yabani dikenlerle doluydu. Bahçenin bakımını yaptık, kot farkı ahşap bir terasa yatkındı. Böylece köyün girişindeki kötü görüntüyü temizleyerek köye değer kattığımıza inanıyorum. Bahçeden yetişen ürünleri ise ücretsiz olarak köydeki ailelere veriyoruz” diyor Sema hanım.
Köyde yaz kış ikamet eden yaklaşık 50 civarında Rum halkı bulunuyormuş. 1955 yılında 6-7 Eylül olayları sonrasında ve 1963 yılından itibaren Kıbrıs sorunu nedeniyle gerilen ilişkiler, 1964 yılında Yunan vatandaşlarının haklarını düzenleyen İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’nın Türkiye tarafından fesh edilmesiyle Gökçeada birçok göç vermiş. O dönemki siyasi konjonktür Rum halkını Türkiye’den ayrılmaya zorlamış. Imbros adı da 1970 yılında Gökçeada olarak değiştirilmiş. Adada yeni köyler oluşturulmuş ve bu köylere Türk nüfusu yerleştirilmiş.
Sema Usta o günlerde yaşananların geride kaldığını, bugün adada yaşayan veya geçmişte adadan ayrılmak zorunda kalıp bugün tatil yapmak için geri dönenlerle aralarında oldukça iyi ilişkiler geliştiğini belirtiyor. “Rum halkı içe kapalı bir yaşantı sürdürüyor. Kimse dile getirmese de tarihten gelen bir kırgınlık ve tedirginlik hissediliyor, bir kısmı mesafeli dursa da birçoğu ile canciğer dost durumuna da geldik. Köyde benim için ‘Sarı Madam İyi Madam’ diyorlar.”
Dibek kahvelerimizi bitirdik. Artık bisikletlerimize dönmeli ve saat 17:00’a kadar sürüşümüzü tamamlamalıyız. Bir yandan daha çok soru sormak isterken bir yandan da adada bisikletlerimizi sürmek için sabırsızlanıyoruz. Son olarak adanın ziyaretçilerini nelerin beklediğini soruyoruz: “Yenibademli’deki Yıldız Koyu hariç bütün yerleşimler kıyıya uzaktır. Buraya daha çok doğayı ve sessizliği seveneler gelir. Deniz tatili için gelenlerin sahile ulaşıma ihtiyaçları vardır.
Temmuz ve Ağustos ayında çok kalabalık olur ve araç trafiği yaşanır. Gezip görülecek tarihi yapılar Rum evlerinden, sayıları yüzü bulan şapellerden ve kiliselerden ibarettir. Aydıncık plajında sörf okulu bulunur. Rüzgar uygun olduğunda yurt dışından birçok sörfçü buraya akın eder. Alaçatı ile birlikte Gökçeada dünyanın sayılı sörf merkezlerinden biridir. Burada su sanılanın aksine soğuk değildir ve balıklarla beraber yüzersiniz.
15 Ağustos tarihinde Rumların festivali olur. 23 Ağustos’ta da Zeytinli’de yine Rum festivali gerçekleşir. Dini günlerini kutlarlar, her zamanki gibi temiz ve şık giyinir, geleneksel yemeklerini pişirir, dans ederler ve kilisede dua ederler. Bu festivali görmek mümkün ancak Rumlar bu ilgiden rahatsız oluyorlar çünkü insanlar çoğu zaman saygı sınırlarını aşıyorlar. Açıkçası biz de tasvip etmiyoruz” diyor Sema Usta.
Evet Hristo’nun Tatlıları’nı da yiyemeden Zeytinli’den ayrılıyoruz. Neyse ki Hristo’nun hikayesi Madam’ın Yeri’ndeki gibi değil. Rumlar her yıl ekimde sezonu kapatıp, okulların tatile girmesi ile tekrar hizmet vermeye başlarlarmış.
Köyün pave taşlı yollarından inmek, çıkmak kadar zor gelmiyor. Yine de yavaş yavaş iniyoruz. Adada köyler arası ulaşımı sağlayan bir anayol olması işimizi kolaylaştırıyor. Biraz ileride tekrar tırmanmaya başlıyoruz. %8.4 eğime kadar çıkan bu kısa tırmanışın zirvesine geldiğimizde solumuzda Gökçeada Baraj Gölü beliriyor. Manzarayı solumuzda bırakarak hızla aşağı doğru inmeye başlıyor sonra tekrar tırmanıyoruz. Adanın kuzeyinde yol denize uzak iç kesimde kalıyor ancak önümüzde dalgalanan yol üzerinde hızla bata çıka ilerliyor, sürüşün tadına varıyoruz. Zaman zaman küçük yamalar olsa da asfalt kalitesi kesintisiz bir sürüş sağlıyor.
Tepeköy’e vardığımızda yine küçükçe bir yerleşim birimi ile karşılaşıyoruz. Tek katlı taş yapılar, toprakla aynı renkte. Bazıları virane, kaderine terk edilmiş durumda. Adanın tarihi hakkında fikir edindiğimiz başka kalıntılar. Tepeköy’ün tepesinde 600 yıllık bir çınar ağacı var. Ağacın altında Kaleköy’de ardımıza aldığımız Semadirek Adası şimdi tam karşımızda müthiş bir manzara sunuyor. Ama bu manzaranın içinde ne yazık ki yeterli vaktimiz yok.
Şirinköy’e doğru yol alırken karşımızda başıboş koyun ve keçiler daha sıklıkla beliriyor. Adanın kuzeyinden güneyine doğru yöneliyoruz. Bu adada küçükbaş hayvanlar özgürce doğal ortamda geziniyor. Kimse keçi ve koyunlarını çiftliklerde kapamıyormuş. Başlarında bir çoban ve çoban köpeği yok. Adalılar ‘ Onların çobanı Allah’ diyor. Doğal yolla ve floradaki bol kekikle besleniyorlarmış. İmbros Koyunu sadece Gökçeada’da yetişen bir türmüş. 200 adedi, 6 yıllığına koruma altına alınmış. Serbest dolaşan koyun ve keçileri yakalamak için şöyle bir yöntem uygulanıyor.
1 yıl boyunca özgürce dolaşıp, buldukları bitkilerle, kekikle beslenen hayvanlar Haziran ayında toplanırmış. Bunun için sahipleri 10-15 işçi tutarmış. Yakalanan koyunların sayımı yapılır, yünleri kırpılır, kesime gönderilecekler ayrılır ve kalanlar tekrar doğaya bırakılırmış. Koyunların üzerinde görülen kırmızı, yeşil, mavi renkli boyalar sahiplerinin kendi koyunlarını ayırt etmek için başvurdukları bir yöntemmiş. Dönelim sürüşe…
İnişler çıkışlarla geçen bu bölümlerde artık karnımız acıkmaya başlıyor. Ama aklımızda saat 17:00’da adadan ayrılacak son feribot var. Ancak vakit olsaydı da gözümüze yemek yiyebileceğimiz bir yer çarpmıyor. Şirinköy’e kadar iki kez adanın merkezine doğru tali yollarla karşılaşıyoruz. Şirinköy’de Laz Koyu tabelasından içeri kıvrılmak yerine düz devam edip yolu bitiriyor, ve güneye iniyoruz.
Artık, inişli çıkışlı, geniş ve dar virajlar bir müddet es verecek. Dümdüz bir yolda Erman’la büyük aynakolda çeviriyoruz. Sağımız solumuz yemyeşil düzlükler ve sağımızda gökle birleşen masmavi bir deniz var. Bir süre sonra adanın merkezinden gelen tali yolla anayolun birleştiği noktada Laz Koyu tabelası karşımızda beliriyor.
Adını, bölgenin Trabzon’un Çaykara ilçesinden göç alan Karadenizlilerin yoğunluğundan alan Laz Koyu, yerleşim birimlerine uzak olması sebebiyle daha sakin bir plaj konumunda. Adadaki coğrafi konumundan ötürü rüzgar almayan Laz Koyu, çarşaf gibi. Laz Koyu’nda, kamp yapılabildiği gibi ayrıca plajda tatilcilere şezlong, duş, yeme içme gibi ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz bir işletme de mevcut.
Sürüşümüze devam ediyoruz. Adadaki meşhur rüzgarla henüz karşılaşmadık. Düzlükleri hızla geçiyoruz, karşımızda beliren tepelik yeni bir tırmanışın habercisi. Ona doğru yaklaşırken dümdüz yol yine dalgalanmaya başlıyor. Asfaltta sörf diye buna derim. Son hızla aşağı inerken, kısa ama dik yükseltilerde pedal çevirmeden tepe noktaya ulaşıyoruz. Bu üç kez aynı şekilde devam ediyor. Erman’la lunaparkta gibiyiz.
Kapıkaya Plajı’na vardığımızda sahilde askeri birlik görünüyor. Arkama dönüp baktığımda Kapıkaya ve Laz Koyu müthiş bir fotoğraf karesi oluşturuyor. İşte o an askeri birlikten bir düdük sesi bizim denklanşörden hızlı çıkıyor. Neyse ki biraz daha ilerleyince yine tırmanmaya başlıyoruz. Ve askeri birliğin gözden kaybolduğu anda Gökçeada’da bisiklet sürmenin ne demek olduğunu anlatan güzel bir kare yakalamayı başarıyoruz.
Adanın güneyinde yer alan bu yol sağımızda beliren denizden ve çevredeki yeşil bitki örtüsünden bağımsız başlı başına bir manzara oluşturuyor. Uzun gri bir yılan gibi makinin üzerinde hafif hafif sağa ve sola kıvrımlar oluşturuyor. Az önce karşımızda duran bir arabadan gelen suale “Teşekkürler bir şeye ihtiyacımız yok” şeklinde verdiğimiz cevaptan pişmanlık duyacağız gibi. Çünkü Eşelek’e kadar ne bir kuru ekmek ne de bir yudum su alabileceğimiz hiçbir yer çıkmıyor. Tamamen doğanın içinde yalnız durumdayız.
Eşelek, Gökçeada’nın ünlü rüzgarı ve hemen kıyısında yer alan Tuz Gölü’nden en çok fayda sağlayan yerleşim birimi. Köyün girişindeki bakkaldan biraz bisküvi ve içecek temin ederek açlığımızı bastırabiliyoruz. Eşelek Köyü’nün ilginç hikayesini de bu bakkalda dinliyoruz. Çanakkale’nin Biga ilçesine bağlı Eşelek Köyü, baraj yapımı için sular altında kalmış. Köy halkı Gökçeada’ya yapılan köye yerleştirilmiş. Böylece Eşelek Köyü kendine yeni bir ikamet edinmiş, köy halkı Biga’dan adaya taşınırken, köy camisinin minaresini de yanlarında getirmişler.
Tuz Gölü’ne ise mevsime göre farklı misyonlar yüklenmiş kendine. Yazın buharlaşan su ile ortaya çıkan tuz, ada halkının ve kuşların tuz ihtiyacını karşılıyormuş. Gölden çıkan siyah çamur içerdiği kükürtle bazı hastalıklara iyi geldiği için turistlerin çamur banyosu yapmalarını sağlıyormuş. Göl sonbahardan itibaren ise flamingoların ve 80 çeşit kuş türünün su ihtiyacını karşılıyormuş.
Eşelek Köyü’ne kadar zamanı iyi kullandık. Yalnız feribota yetişmek için biraz daha hızlı olmamız lazım. Her ne kadar Sema hanım Yeşil Ev’de bizi misafir etmek istese de dergiyi baskıya yetiştirmek için daha fazla zamana ihtiyacımız var…