Röportaj AYDAN ÇELİK Fotoğraf ÜNAL TOLUN ARŞİVİ
Ünal Bey, sizin gökkuşağını andıran renkli hayatınıza geçmeden önce, biraz babanız hakkında konuşmak istiyorum. Yeni bir ülke inşa edilirken, o inşaata taş koyan önemli insanlardan biri Kâzım Tolun.
Şimdi siz söyleyince tekrar hayıflandım. Aslında babam anılarını çok anlatırdı. Ama ben maalesef, o zaman bunların kıymetini bilmediğim için kayıt tutmadım. Ancak hafızamda kalanlarla idare edebiliyorum.
Babam, bizde “93 Harbi” diye bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra Filibe’den Enez yakınlarındaki Hasköy’e göç etmek zorunda kalmış bir ailenin çocuğu.
Her zaman dışa dönük, kabına sığmayan bir delikanlıdan söz ediyoruz… Doğal olarak, Hasköy ona dar geliyor. Ve nihayet okumak için köyden kaçıyor, İstanbul’a gidiyor ve Jeoloji/Biyoloji öğretmeni oluyor.
Ardından Şam’a tayin ediliyor. 1915’te İngilizler Şam’a yaklaşırken, Osmanlı bütün memurlarını şehirden kaçırıyor. Çünkü İngilizler, okuma yazma bilenleri, Osmanlı’nın işine yaramasın diye Malta’ya sürüyor.
Hemen bir trene atlayıp yola çıkıyorlar. Ama trende kömür yok. Her yüz kilometrede bir durup ağaç kesiyor, onu yakıyorlar. Böyle böyle beş günde Adana’ya ulaşıyorlar.
Bir süre Adana’da oyalandıktan sonra, Ankara’ya, bugün Hacettepe Üniversitesi’nin bulunduğu yerdeki Taş Mektep’e tayini çıkıyor. 1915-19 arası orada görev yapıyor.
Daha sonra 1919 Aralık’ında Atatürk Ankara’ya gelince onu karşılamaya Keklikpınarı’na gidiyorlar. Derken Büyük Millet Meclisi kuruluyor ve babam Meclis’e kâtip oluyor.
O dönemde o kadar az insan kalmış ki, Sakarya Meydan Muharebesi’nde herkesi askere alıyorlar. Babam kâtip olduğu için hep Ankara’da kalıyor. Şakayla karışık hep söylerim: kardeşler olarak varlığımızı o kâtiplik pozisyonuna borçluyuz.
Efendim, sonrasında savaş bitiyor ve Ankara Kız Lisesi kuruluyor. Babam oranın ilk kurucularından.
Bozkır’da kurulan bu başkentte büyük bir eğitim seferberliği başlıyor. Cumhuriyet’in ilk neslinin yetişmesinde büyük emekleri olan bir öğretmen
Kâzım Tolun…
1950’lerde Ankara’da çok bisiklet kullanılırdı. Bizim Atatürk Lisesi’ne 700/800 civarında öğrenci bisikletle gelirdi. Hatta bir gün Nallıhan’a bisikletlerle gittik. Sabah sekizde yola çıktık. Yarımız Mamak’a gelmişken diğer yarımız Sıhhiye’deydi
Vehbi Koç’un kızları Samahat (Arsel) ve Sevgi (Gönül) hanımlar babamın öğrencileriydi mesela… Rahmi (Koç) Bey de abimin sınıf arkadaşıydı. Dolayısıyla Vehbi Bey ile tanışıklığı vardı. Annem de eşiyle tanışırdı.
İlk bisikletinizi alırken de Vehbi Koç ile bir anınız var.
Efendim ben 1936 doğumluyum. Hal böyle olunca 1948 yılında ilkokulu bitirmişim. Babam da bana söz vermiş, bisiklet alacak. Gözüme kestirmişim, Burla Biraderler’in ithal ettiği BSA var, ondan istiyorum. Babamla gittik. “Dur bir de Vehbi Bey’e soralım” dedi. Girdik ama ben Vehbi Bey’dekileri istemiyorum. Vehbi Bey: “180 liraya satıyoruz ama sizin oğlana 160 liraya verelim” dedi. Neyse babamı kandırdım da, o BSA’yı aldırdım.
Daha sonra o bisikleti başka bir arkadaşın bisikletiyle birleştirdik ve tandem yaptık. Bisiklet çok güzel gidiyordu ama frenleri tutmuyordu. Birkaç kez troleybüse tosluyorduk, kurtardık. (Gülüyor.)
O zaman Kızılay bomboş. Oralarda biniyorduk. Ne bu kadar bina var ne de trafik. Varsa da bisiklet trafiği var.
O yıllarda Ankara’da çok bisiklet kullanılırdı. Düşünebiliyor musunuz? Bizim Atatürk Lisesi’ne 700/800 civarında öğrenci bisikletle gelirdi.
Hatta bir gün Nallıhan’a bisikletlerle gittik. Sabah sekizde yola çıktık. Yarımız Mamak’a gelmişken diğer yarımız Sıhhiye’deydi. O kadar uzun bir konvoy…
Yarış kariyeriniz de o günlerde mi başladı?
O dönem BSA’yı sattım. Yeni bir bisiklet almak istiyorum ama Ankara’da aradığım bisikleti bulmak mümkün değil.
Neyse, Anafartalar Caddesi’nde küçük bir dükkânda aradığıma yakın bir bisiklet buldum.
Nuri Kuş vardı o zaman. Ankara’da tamirci. Becerikli bir adam. Hemen ona gittim. Gidonu filan değiştirdik ve bisikleti yarış bisikleti biçimine soktuk.
Altan Necioğlu diye Kilisli bir arkadaşım vardı. Bana “Senin yarış bisikletin var? Niye yarışlara girmiyorsun? Yarışmayacaksan bisikletini ver ben yarışacağım” dedi. Mecburen bisikletimi ona verdim. (Gülüyor)
Yarışın startı Eski Meclis’in orada verildi. O zamanlar her hafta Ankara’nın şehir içinde bir yarış yapılırdı. Biz sonraki yıllarda yarışları şehir dışına çıkarttık.
Neyse, Altan yarışı bitirdi, yanıma geldi, “haftaya sen yarış artık” dedi. Benim yarış maceram da öyle başlamış oldu.
İlk yarışımda beni en öne koydular. “Sen ne güzel basıyorsun öyle. Devam devam” diye gaz verip durdular. Ben de o şevkle en önde çevirip duruyorum. Atatürk Orman Çiftliği’nde pilim tükendi. Ondan sonra herkes yanımdan vın vın vın geçip gitti. (Gülüşmeler)
Orada bırakayım dedim ama gururuma yediremedim. Etimesgut’un oralarda bir bisikletçiye yetiştim. O günü 6. sırada bitirdim. O gün bir daha yarışmayacağım diye karar aldım. Ama ertesi sabah Ulus Gazetesi’nde adımı görünce bambaşka bir ruh haline büründüm.
Tenkit değil, tespit yapıyorum: Cumhurbaşkanlığı Turu Avrupalılar bahar antrenmanı yapsın diye geldikleri bir tur haline geldi. Bitiş yerlerinde seyirci var ama yollar boş. Eskiden yollar insan koridoru gibi olurdu
Düşünsenize 16 yaşında bir çocuksunuz ve gazetede adınız çıkıyor. Altan, Işık, Yalçın ve ben, dört atlı, gece gündüz bisiklete binmeye başladık. Bu çalışmalar ilk meyvesini 1954’te verdi. Ankara’da saate karşı yapılan yarışta birinci oldum. Ertesi yıl da Türkiye Şampiyonu oldum.
Okul hayatı nasıl gidiyor o sıralarda?
O yıllarda şöyle bir uygulama vardı: Lise bittikten sonra, 4 sene olgunluk eğitimini tamamlamak gerekiyordu. O eğitimde ben matematikten kaldım. Dolayısıyla diploma alamadım. Orta Doğu Teknik Üniversitesi o sene kurulmuş. Sümer Sokak’ta bir bürosu var. Lise diplomasını götüren kayıt oluyor. Düşünebiliyor musunuz, ODTÜ’ye sınavsız girebiliyorsunuz.
Ama benim diplomam yok. O yüzden kayıt olamadım.ODTÜ’ye kayıt olamadım diye üzülüyorum ama daha çok antrenman yapacağım diye seviniyorum. Çünkü rakiplerimin antrenman için benden daha çok vakitleri oluyordu.
Nihayet benim de yeterince boş vaktim oldu diye sevindim. (Gülüşmeler) Hakikaten o sene iyiydim. Bursa- İzmir yarışında son etabı aldım. Aslında genel klasmanı da alırdım. Ama birkaç saniye ile turu kaçırdım. İkinci oldum. Benim hatam. Halen üzülürüm.
Ve ardından Almanya yılları başlıyor.
1957’de, Stuttgart Teknik Üniversitesi’nde mimarlık eğitimi almak üzere Almanya’ya gittim.
O yıllarda Türkiye şampiyonlarına verilen bir kart vardı. O kart ile her çeşit spor müsabakasını ücretsiz izleme hakkımız vardı. Abim Fahrettin Tolun o kartı Almanya’da geçerli olacak şekilde düzenletmemi istedi.
Abim o kartı Stuttgart Spor Kulübü’ne götürmüş. 40 bisikletçisi olan bir kulüp. Adamlar Türkiye Şampiyonu bizim kulübümüze geliyor diye ilan etmişler. Üzerimde öyle büyük bir baskı oluştu ki, sormayın.
Kulüp bana bir bisiklet verdi. Her çarşamba otomobil pistinde antrenman yapıyoruz. Ama Ağustos’a kadar hiç yarışa girmedim.
Sonra 15 turdan oluşan bir yarışa katıldım. Yarış hemen yokuşla başlıyordu. Sprintim hiçbir zaman iyi değildi.
Ama yokuşum iyiydi. Derken son turda dokuz kişi kaldık. Son yokuşa geldiğimizde benim bisikletin vitesi bozuldu. Dolayısıyla ilk yarışta istediğim sonucu alamadım. Ama antrenör memnun kaldı.
Stuttgart Kulübü’nde 5 yıl kadar yarıştım. En iyi derecemi Heilbronn’da, Almanya Şampiyonası’nda yaptım. 300 bisikletçi içinde 12. oldum.
O yıllarda Almanya’nın en ünlü bisikletçileri kimlerdi?
Rudi Altig elbette. Tour de France’da 5 -6 sene yeşil mayoyu giydi. Anquetil ile aynı takımdaydı. Hatta sarı mayo konusunda onunla rekabete bile girmişti.
Rudi ile 5 yarışa girdim. Rudi’nin abisi Willi Altig vardı. Yakın arkadaşlığımız oldu. 2002 yılında Türkiye’ye geldi. Beraber Van Gölü’nün etrafını bisikletle turladık.
Ve o günlerde bir efsanenin doğuşuna da şahit oldunuz. 1964 Dünya Şampiyonası Eddy Merckx efsanesinin başladığı yer olarak kabul edilir değil mi?
O yıl Dünya Şampiyonası Fransa’da, Sallanches’da yapılacak. Ben de Türk Milli Takımı’nın sporcusu olarak oraya gideceğim. İki hafta evvel işten izin aldım. Aldım ama performansımdan memnun değilim. Antrenörüme danıştım.
O da bana yarışlara katıl, en iyi öyle toparlarsın dedi. O sıra Almanya’da sürekli yarış yapılıyor. İstersen haftanın 5 günü yarışa katılabilirsin. Maalesef o yarışların birinde kaza yaptım, yamaçtan uçtum gittim ve kolumu iki yerden kırdım.
Ameliyattan çıktığımda hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Yarıştan birkaç gün evvel Sallanches’a gittim. Ama kolum alçı içinde. Napolyon gibiyim. (Gülüyor)
Talat (Tunçalp) Bey beni öyle görünce çok üzüldü. Canı sıkıldı. Avrupa tecrübem var diye benden yana çok umutluymuş.
O sene amatörler grubunda Eddy Merckx birinci geldi. Ertesi yıl da profesyonel oldu. Herkesi yedi bitirdi. Malum, lakabı Yamyam (Cannibal) idi.
Halen, “ben katılmadığım için Merckx birinci oldu” diye esprisini yaparım. İşin şakası bir yana, adam 19 yaşında bile otomobil gibi gidiyordu.
Merckx’in profesyonel olduğu sene siz de başka bir tempoya giriyorsunuz. Okuldan mezun olma temposuna.
Tam da söylediğiniz gibi.1965 yılında birden duruma uyandım. Kendi kendime “Yahu Ünal sen buraya okumaya gelmiştin” dedim.
1 yıl kadar canımı dişime taktım. Derslere döndüm. O süre zarfında hiç bisiklete binmedim.
Okulu bitirdim. Sonrasında devam etmek istedim. Ama pek istediğim gibi olmadı. Bir taraftan iş-güç derken yarışmayı bıraktım. O gün bugündür yeniden başlayacağım. (Gülüşmeler)
Aktif yarışmayı bırakınca Talat Tunçalp’ın teklifiyle Türkiye Bisiklet Federasyonu’nun Avrupa temsilcisi oldunuz.
Evet. Aslında o göreve başlamadan önce de Almanya’dan Türkiye’ye takımlar götürüyordum. Hatta 1962 Ankara- İstanbul yarışına getirdiğim iki sporcu daha sonra Fransa Turu’nda koştu. Çok sıkı bisikletçilerdi.
Ondan sonra Marmara Turu başladı. Ama ilk sene gele-gele İran, Irak ve Suriye’den sporcular geldi. Talat Bey yine takım getirmemi istedi. Bir takım getirebildim.
1965’te Almanya Turu’nun 5. etabında bitime 4 km kala Rıfat Çalışkan atak çekti. İçinde olimpiyat şampiyonu Hollandalı, Dünya Şampiyonu İtalyan’ın olduğu grubu geride bıraktı ve etabı kazandı.Rıfat gibi bir yıldızımız olursa bisikletimiz yeniden canlanır
Ama ertesi yıl 14 bisiklet takımı getirdim. Belçika, Hollanda, İsviçre, Avusturya’dan takımların hepsini Stuttgart’ta topladım. 11 araba konvoy halinde Türkiye’ye geldik. Yarışa muazzam bir ilgi vardı.
İzmit-İstanbul etabı koşulurken yer gök insan kaynıyordu.
Aynı gün öğleden önce yarış bitti. Öğleden sonra Türkiye Kupası’nda Galatasaray-Fenerbahçe maçı vardı. Talat Bey ve ben hasta Galatasaraylıyız. Yarıştan sonra maça da gittik. Ertesi gün Hürriyet Gazetesi’nin spor sayfasının üçte ikisi bizim yarışa, üçte biri Fener-Galatasaray maçına ayrılmıştı. Düşünebiliyor musunuz?
Aynı zamanda Türkiye’den gelen sporcularla ilgileniyordunuz.
Elbette. 1965 yazında Talat Bey beni aradı: “Ünal, davet geldi. Bizim çocuklar Almanya Turu’na katılacaklar. Ben onlarla gelemeyeceğim. Sen onları Münih’te karşıla, ne gerekiyorsa yap” dedi.
Ben Münih’e onları almaya gittim. Arabaya bisikletleri, malzemeleri yükledik, yarışın başlayacağı Coburg’a geçtik.
Temmuz ayı. Bizimkiler gelmişler 35 derece sıcaklıktan. Ama Coburg’da hava (-)10 derece. Yağmur, çamur… Bizimkilerin eldivenleri bile yok. Öyle bir yokluk içindeyiz.
Takım Rıfat Çalışkan, Cengiz Özdoğan, Çetin Yüce, Gürol Atasoy’dan oluşuyor. Yarışın başında Gürol arkadan bir arabaya çarptı ve yarış dışı kaldı. Diğer üçü çok iyi gidiyor. Ama o gün bir şey yapamadılar.
2.etapta yolun bir kısmı bozuk zemin. Oradan çıktıktan sonra diğer ülke sporcuları elleriyle lastiğe üstten dokunuyor ve üstünde kalan artıkları temizliyorlar. Bizim Cengiz de öyle yapayım diyor ama eldiveni yok, parmağını bir kaptırıyor. Nasıl kan akıyor anlatamam.
Dolayısıyla ilk iki gün kötü geçti.
3. gün pek çekişme olmadı. Bizimkiler grupla beraber geldiler. Ama 4. gün ilginç bir şey yaşadık. “Türkiye arabası öne gelsin” diye bir anons yapıldı. Yine bir şey mi oldu diye çok korktum. Öne geçtim. Baktım Rıfat ile Alman bir sporcu 5 dakika fark açmış gidiyorlar.
O gün yarış, velodromda bitiyor. Velodromun girişinden önce görevli bir polis bisikletçileri geçiriyor, arabaları dışarı alıyor. Polis bir anlık şaşkınlıkla çocukları yanlış yola soktu. Alman durumu erken fark etti ve geri döndü. Rıfat bunu görünce bisikleti 90 derece döndürmeye çalıştı. Birden arka lastik janttan dışarı fırladı çıktı. Hemen arabadan atladım, yanına koştum. Lastiği taktık filan ama o zamana kadar grup yetişti. Eğer o durum yaşanmasaydı, Rıfat’ı o velodromda kimse tutamazdı.
5. etapta “Türk arabası öne” diye aynı anons gelmez mi?
Hemen öne geçtim. Bu kez en önde 15 kişilik grupta Rıfat ile Cengiz var. Grubun içinde olimpiyat şampiyonu Hollandalı, Dünya Şampiyonu İtalyan var. Düşünün, bütün sosyete orada. (Gülüşmeler)
4 km kala Rıfat bir atak çekti gitti. Başta önemsemediler ama Rıfat öyle büyük bir sporcu ki, bitiş çizgisine en önde geldi. O gün Cengiz de üçüncü oldu.
O andan sonra milletin bize karşı tavrı değişti.
6. etap Bremen’deydi ve çok zor bir etaptı. Ve yine o bildik anons: “Türk arabası öne.”
Bir Belçikalı bir Alman ve Rıfat kapanmış gidiyorlar. Maalesef Rıfat finişe yaklaşırken bir hata yaptı ve sprinti erken açtı. Birinci olacağı bir etabı üçüncülükle tamamladı.
Rıfat Çalışkan demişken, 1967 Dünya Şampiyonası’nda yüreğinizi ağzınıza getiren bir olay yaşıyorsunuz.
1967’de Dünya Şampiyonası Hollanda’da, Heerlen’de yapılacaktı. Biz sporcularımızı bir hafta erken getirdik. Belçika’da yarışlara filan katıldılar. Hepsi iyi bir form düzeyindeydi.
Yarış çok hızlı başladı. Diğerleri koptu ama Rıfat son tura kadar en öndeki 15 kişilik grubun içinde çeviriyordu. Biz Talat Bey ile finişte heyecanla bekliyorduk. Bir süre sonra 14 sporcu geldi. Rıfat aralarında değil.
Meğer düşmüş. Hem de nasıl bir düşme. Hastane hastane dolaştık, Rıfat’ı bulduk. Kafası o kadar fena açılmış ki anlatamam. Allah korusun, ölüm tehlikesi bile vardı.
Ertesi gün de Akdeniz Oyunları için Tunus’a gideceğiz. Nasıl yapalım edelim derken. Rıfat’ı eşimin kız kardeşinin refakatinde Hollanda’da bıraktık. Tunus’a gittik. Rıfat olmayınca pek bir şey yapamadık. Takım Türkiye’ye döndü. Biz tekrar Amsterdam’a gittik. Rıfat’ı aldık Talat Bey ile o ikisi Türkiye’ye gitti. Ben kaldım.
Ve siz de bir yıl sonra, çok hareketli geçen 11 yılın ardından Almanya maceranızı tamamlıyor, Türkiye’ye dönüyorsunuz. Ve Talat Bey size bu kez başka bir teklifte bulunuyor.
Evet. 1968’in Ekim ayında eşim Annette ile Türkiye’ye dönmek üzereyiz. Ankara’da İmar Bakanlığı’nda göreve başlayacağım. O sırada Talat Bey’den bir mektup geldi. Yalova’da bir yazlık site yapacağını, işin başına benim geçmemi istedi. Kendimizi bir anda Yalova’da bulduk. Tunçalp Sitesi’ni inşa ettik. 50 yıldır da Yalova’dayız.
Mimarlık gibi yoğun bir mesleği icra ederken bisiklete yeterince vakit ayırabiliyor muydunuz?
Eskisi kadar olmasa da bisiklet ile bağım sürüyordu şüphesiz. Zaten 1980-84 arasında da federasyon başkanlığı yaptım. Türkiye’nin yakın tarihi açısından çok kritik yıllar tabii. 1981’de Atatürk’ün doğumunun 100. yılı vesilesiyle her federasyondan bir proje sunması istendi.
Benim de yıllardır aklımda olan bir fikir vardı: Selanik’ten, Atatürk’ün doğduğu evden başlayan, Dolmabahçe’de biten 5-6 etaplık bir yarış düzenlemek istiyordum. Bunu bir proje olarak bakanlığa yazdım. Maalesef Yunanistan’la yaşanan sorunlar yüzünden yapılamadı. Başka bir proje geliştirin dediler.
O zaman 30 Ağustos’ta Ankara’dan başlayan 9 Eylül’de İzmir’de biten “İlk Hedefiniz Akdenizdir” Turu yapalım projesini sunduk. O kabul edildi. Edildi ama, paramız yok. Ünlü spor yazarı Doğan Koloğlu’nu aradım. Durumu anlattım. Beraber Hürriyet’in başındaki Nezih Demirkent’e gittik. Hürriyet’i turun sponsoru olmaya ikna ettim.
1981 yılına kadar Hürriyet Gazetesi’nin logosu en üstte olurdu. Ama 10 Eylül’de logonun üstünde bizim haberimiz çıktı. Hürriyet tarihinde ilk defa olmuş. Sürmanşetteyiz. Bizim için övünç dolu bir andı.
Bir de o dönem işimi kolaylaştıran bir şey daha oldu. O sene valilikte Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu için bir toplantı yapıyorduk. Dönemin Valisi Nevzat Ayaz, benim soyadımı öğrenince “Kâzım Tolun’un nesi oluyorsunuz?” diye sordu. Oğluyum cevabını alınca kalktı sarıldı. Meğer babamın öğrencisiymiş ve beni çocukken motosikletiyle gezdirmiş. Nevzat Bey sayesinde işlerimiz daha da kolaylaştı.
Federasyon başkanlığından birkaç yıl sonra da Bisiklet Sevenler Derneği’ni kurdunuz.
1987 yılında kurduk derneği. İki yıl evvel kapattık. Bu yıl Yalova’da yeniden kurduk. Adı biraz uzadı ama biz yine Bisiklet Sevenler diyoruz.
İlerleyen yıllarda biraz daha dağ bisikletine yöneldiniz sanıyorum. Doğru mu?
Doğru. Şimdi şöyle anlatayım: Ben Almanya’dan döndüm ama sürekli gidip geliyorum. Orada halen çok sayıda dostum, arkadaşım var. Onlardan bir tanesi de 1964 Tokyo Olimpiyatları’nda altın, 68 Meksika’da gümüş madalya kazanan Karl Link idi.
Karl madalyaları getirince onu Stuttgart’taki olimpiyat merkezinin müdürü yaptılar. 2000’lerin başında onu ziyarete gittiğimde, sporcuları Mallorca’ya antrenman yapmaya götürüyorlardı. Ben de niye Türkiye’ye getirmiyorsunuz dedim. Fikri anında benimsedi.
Ağustos ayında antrenörleri ile Antalya’da buluştuk, dolaştık. Adam Manavgat’ı çok beğendi. Sonra ben de Almanya’da genel kurullarında bir sunum yaptım ve fikir kabul gördü. Ondan sonra senede iki kez olmak üzere 5 yıl boyunca geldiler.
O sırada Türkiye şampiyonu Bilal Akgül de bizde rehber olarak çalışıyor. Burada neden bir dünya şampiyonası yapılmıyor diye düşündük. Ve bu rüyamız 2008 yılında gerçek oldu. O yılın mart ayında UCI Mountain Bike World Cup Manavgat’ta yapıldı.
Sonra Yenice yılları geliyor.
2010 senesinde Hürriyet gazetesinde Mehmet Yaşin imzalı hoş bir haber okudum: Yenice Kaymakamı Fatih Mehmet Şevki bisiklet yolları yapmak üzere adım atmış. Kaymakam beyi tebrik etmek için telefonla aradım. Beni Yenice’ye davet ettiler. Gittiğimde dönemin valisi beni aynı zamanda bir bağ evini otele çevirmek konusunda ikna etti.
İlk sene hemen bir yarış organize ettik. Bu yıl da onuncusunu hayata geçirdik. İlgi çok yüksek. Festival havasında gidiyor.
11 yıl İstanbul, 17 yıl Yalova İl temsilciliği yaptıktan sonra 2016’da Karabük il temsilcisi oldum. Bu sene çok güzel bir şey daha yaşadık. Demir Çelik fabrikalarına bir proje sunduk. Hemen kabul ettiler. Bize 100 bin TL bütçe verdiler. Güzel bir bisiklet takımımız oldu. Şimdiden dereceler almaya başladık.
Erol Küçükbakırcı federasyon başkanı olduktan sonra Dağ Bisikleti Teknik Kurulu başkanlığı teklif etti. 1.5 yıl kadar o görevi yürüttüm. Sonra ayrıldım.
Dağ bisikleti çok önemli. Türkiye’de bisiklet büyüyecekse bu dağ bisikleti üstünden olmalı. Tamam yol bisikletinde bir yere gelindi. Ama önemli olan Cumhurbaşkanlığı Turu’nu bir yere götürmek değil, Türk bisikletini de bir yere götürmek lazım. Sadece onunla olmaz. Ben tenkit değil, tespit yapıyorum. Bunu her yerde de söylüyorum.
Bizim tur, Avrupalılar bahar antrenmanı yapsın diye geldikleri bir tur haline geldi. Bitiş yerlerinde seyirci var ama yollar boş. Eskiden yollar insan koridoru gibi olurdu. Hiç unutmam. Fethiye ile Göcek arasında insanlar yolun iki tarafına dizilmişlerdi. Yollara kır çiçekleri serpmişlerdi.
Tekerler asfalta değmiyordu. Sosyal bir hareketti bisiklet. Türk bisikletinin Rıfat gibi bir yıldıza ihtiyacı var. İşte o zaman yeniden canlanır.
Ünal Bey bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. 67 yıldır hizmet verdiğiniz bisiklet sporunu bu derginin sayfalarına sığdırmak mümkün değil, ama bir tutam yansıtabildiysek ne mutlu bize.
Ben Teşekkür ederim efendim. Cyclist Türkiye’ye ve size başarılar diliyorum.
Bu söyleşi, daha önce Cyclist Türkiye Kasım 2019 sayısında yayınlanmıştır.
‘Yalova Bisikletinin 50. Yılı’nı ise Cyclist Türkiye Temmuz 2020 sayısında okuyabilirsiniz!
E-Posta bültenimize abone olun, en son haber ve röpörtajlardan ilk sizin haberiniz olsun!