Yazı TANZER KANTIK
Bisiklet ile ilgili ülkemizde ulaşım temelli gelişimin hızlanması için yapılması gereken birçok şey olduğunu çeşitli başlıklar altında yazmaya çalışıyoruz. Bunların bir kısmı bisikletin yolda var olabilmesi için gerekli fiziki durumlar iken bazıları da fiziki olmayan soyut kavramlara işaret ediyor.
Başka bir deyişle şehirlerimizi değiştirebilme kabiliyetine sahip ulaşım aracı olarak gördüğümüz bisiklet için önce bizim birçok şeyi değiştirmemiz gerektiğini söyleyebiliriz. Bu yazıda biraz da soyut alana geçiyoruz.
Bisikletli ulaşımın önündeki engellerden birisinin de otomobillerin toplum nezdindeki algısı olduğunu biliyoruz. Bir statü, kendini gerçekleştirme veya bireyselleşme nesnesi olarak otomobillerin algılardaki yeri; doğal olarak düşünceyi, düşüncenin ifadesi olarak da dilimizi etkilemekte. Otomobillerin varlığının doğallığı ve herhangi bir hatanın en önemli parçası oldukları halde bile kentin değişmez unsuru olarak görüldüğünün dile yansıdığı en önemli mecra, medya organlarıdır.
“Acaba kaza demek doğru mu? Kaza bu yaşananları ve otomobilin hayatımızdaki yerini ehlileştiriyor mu? Dilin değişmesi, bisiklete ve yayaya dair algının değişmesinde bize yardımcı olabilir mi?”
Kant’ın ortaya attığı bir kavram ile ifade edersek bu “a priori” (1) durum, medyada en çok trafikte yaya ve bisikletlilerin ölüm ve yaralanma haberlerinin verilişi sırasında ortaya çıkıyor. Trafikte ölüm ya da yaralanma ile sonuçlanan haberler “kaza” olarak veriliyor.
Şimdi sorularımızı sıralayalım.
Acaba kaza demek doğru mu? Kaza bu yaşananları ve otomobilin hayatımızdaki yerini ehlileştiriyor mu? Dilin değişmesi, bisiklete ve yayaya dair algının değişmesinde bize yardımcı olabilir mi?
Kaza kelimesinin anatomisi
Türk Dil Kurumu “kaza” kelimesini şöyle açıklıyor: “İstem dışı veya umulmayan bir olay dolayısıyla bir kimsenin, bir nesnenin veya bir aracın zarara uğraması.”
Tanımda yer alan “istem dışı” ve “umulmayan” kelimelerinin altını çizelim. Bu iki kelime günlük hayatta, kişisel hayat pratikleri içerisinde yerini alabilecek nitelemeler olabilir. Evde yürürken bir kabloya takılmanız, elinizden su dolu bir bardağın kayması bu nitelemeleri taşıyabilir. Ancak söz konusu alan, kurallar ile tanımı yapılmış, davranış sınırları çizilmiş bir kamusal alan yani yollar ise bu kavramlar trafikte yaşanan çarpışmalar, çarpmalar ya da yoldan çıkmalar için geçerliliğini yitirmekte.
Örneğin hız sınırının 70km/s olduğu şehir içi bir yolda 120km/s ile giden bir aracın yoldan çıkması, bir yayaya ya da bisikletliye çarpması, kontrolü yitirmesi ne istem dışı ne de umulmayan bir durumdur. Yaya, bisikletli ve araç akışının göz önüne alınıp sınırlamalar koyulan bir yolda kuralların dışına çıkılması çarpışmalara açık davetiyedir ve göz göre göre olan bir ihlale kaza diyemezsiniz artık. Kaza tabiri kişinin iradesini ikinci plana atan, hoşgörüyü de içinde barındıran bir ifadedir. Durumu yumuşatmaktadır.
Fakat biliyoruz ki aynı araç karşısına bir yaya, bisikletli ya da başka bir araç çıktığında fren yapmak durumunda kaldığında fizik kuralları ve mühendislik ilkeleri gereği duramayacak ve çarpacaktır. Çünkü araç şehirde yalnız değildir. Onun gibi bir yerden bir yere ulaşmaya çalışan diğer ulaşım unsurları ile birliktedir. Bu açıdan bakıldığında önüne birisinin çıkması da umulmayan bir durum değildir. Ancak kısa mesafede durabilecek hızın çok üstündedir. O esnada otomobilin durmaması umulan bir sonuçtur ve doğaldır. Aksine o süratle giden bir aracın kısa mesafede durabilmesi “umulmayan” bir durumdur. Bu duruma şaşılır ve belki de mucize nitelemesi yapılabilir.
Trafikte yaşanan olaylar sonrasında medyanın bunu aktarış biçimi, dil konusunda yapılan yanlışın en önemlisidir. Dilin kullanım biçimi, toplumun diline de yansır ve kurulan cümleler bir kabul hâlini almaya başlar.
Amerika’daki Ulusal Bilimler Araştırma Akademisi’nin Ulaşım Araştırma Kurulu dergisinde yayınlanan bir makale, trafikte yaşanan ölümlü ve yaralanmalı olaylar sonrasında bunun halka aktarılmasındaki dil sorununu ele alıyor. (2) Makale iki soruya cevap arıyor. İlk soru, “Yaşanan olaylarda suç nasıl paylaştırılıyor?” İkinci soru ise “Trafikte yaşanan ölüm ve yaralanmaların aslında bir halk sağlığı sorunu olduğu ne ölçüde irdeleniyor?” Bu sorulara cevap arayan araştırmanın içeriği ilginç sonuçlara sahip.
“Evet, bu yaşanan ölümler ve yaralanmalar bir halk sağlığı sorunudur ve aynı hastalıklar gibi önceden gerekli tedbirler alınarak ya da kalıcı müdahaleler ile önlenebilir.”
Bir grup yazar, Şubat-Mart 2018 boyunca yerel haber kanallarında yayınlanan “kaza” haberlerini topluyorlar. Yaklaşık 4000’den fazla yazının toplandığı bu araştırmada örnekleme için 200 adet rastgele makale seçiliyor. Görülüyor ki haber metinleri ezici bir çoğunlukla, ayrıca ustaca bir dil kullanarak otomobilleri kayırıyor ve suçu, yaya ile bisikletlilere yüklüyor.
Öte yandan yazarlar, metinlerde genelde söz konusu otomobiller olduğunda “nesne tabanlı” dil kullanıldığını tespit ediyorlar. Örneğin otomobili ile kaldırıma çıkan bir sürücüyü ifade ederken “Bir sürücü otomobili ile kaldırıma çıktı.” demek yerine “Otomobil kaldırıma çıktı.” dediklerini görüyorlar. Oysa bisikletten bahsederken nesne tabanlı dili tercih etmeyip insan temelli bir dil tercih ettiklerini yani “bisiklet” yerine “bisikletli” dediklerini aktarıyorlar. Aynı durum yaya için de geçerli.
Araştırmaya göre, haber metinlerinde iki otomobilin çarpışması sonrasında olayın oluş biçimi ayrıntılı şekilde irdelenirken söz konusu yaya veya bisikletli olduğunda bu yaklaşımın tercih edilmediği de dikkat çeken başka bir durum. Aynı zamanda metinlerin hiçbirinde bir şehir plancısı ya da ulaşım plancısının uzman görüşüne yer verilmediği görülüyor.
Dilin bu şekilde kullanımı, otomobilin insanın kullandığı bir araç olduğu gerçeğini ve onun hatası ya da ihmali olmadan bu olayın oluşmayacağını anlatmadığı için algıyı hataya ya da kişiye değil; “otomobil” gibi aklı ve iradesi olmayan bir nesnenin üzerine odaklıyor. Eğer aynı dili bisikletliler ve yayalar için kullansaydık bisikletliye “bisiklet”, yayaya da “ayakkabı” diyebilirdik. Çünkü yayanın da yürümek için kullandığı araç ayakkabıdır. Ayakkabı da aklı ve iradesi olan bir nesne değildir. Tüm aktörler için nesne tabanlı kaza haberinin başlığı sanırım şöyle olurdu. “Dün bir otomobil ile bir ayakkabı çarpıştı.”
Öyleyse şunu diyebiliriz. Eğer ortada bir çarpışma varsa ya kural ihlali ya ihmal ya da kasıt vardır. Trafikte yaşanan olaylara doğru yaklaşımın ne olduğunu anlatabilmek için uçak düşmeleri sonrası izlenen yöntem doğru bir örnektir.
Bir uçak düştükten sonra uçağın mekanik durumuna ve pilotun o esnada verdiği kararlara kadar her şey incelenir. Uçak kendiliğinden düşmez. Çünkü bilinir uçak düştüyse bunun mutlaka bir nedeni vardır. Hatanın nerede olduğuna odaklanılır hemen. Bu hatanın nedeni, silsile şeklinde uçağın üretiminden başlayabileceği gibi kullanım öncesi yapılması gereken bakım ve kontrollerin eksikliğine, pilotun yanlış bir hareketine ya da ihmaline de dayanıyor olabilir.
Bir veya birden fazla otomobil kaza yaptığında bunun çoğunlukla nedeni, fiziki şartların gerektirdiği sürüş kurallarına uymamak, yanlış yol düzenlemeleri veya otomobil dışında yolu kullanan yaya ya da bisikletlilerdir. Ancak istatistikler gösteriyor ki meydana gelen olaylarda kusurun çoğu otomobil sürücülerine ait. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2018 yılı için açıkladığı verilere göre en çok yaşanan kaza türü 56.469 adet ile “yandan çarpma”, onu 27.227 adet ile “yoldan çıkma” izliyor ve sonraki en fazla yapılan kaza türü ise 20.932 adet ile “arkadan çarpma”. (3) Bu çarpışma ya da çarpma türlerinin hepsi sürücü hatasını işaret ediyor. Yandan çarpma ışık ihlalini, yoldan çıkma hız ihlalini, arkadan çarpma ise takip mesafesi ihlali ya da dikkatsizliği işaret ediyor.
Benzeri bir istatistik de Polis Akademisi tarafından yayınlanan “Trafik Kaza ve Denetim İstatistikleri” raporunda yer almakta. (4) Buna göre 2009-2018 yılları arasında yaşanan çarpışmaların ya da çarpmaların %75’i yerleşim yerlerinde, %25’i ise yerleşim yerleri dışında yaşanmakta. Bu olaylarda %89,3 sürücü hatalı, %8,9 yaya hatalı, %1’den az dilimlerde ise yol, taşıt ve araç kusuru bulunuyor.
Ortaya çıkan tabloyu gördükten sonra artık trafikte yaşanan ölümlü ve yaralanmalı olayları ifade ediş biçimimize yeniden bakabiliriz. Örneğin bu olaylara “kaza” demeyi bırakıp çarpmanın önlenebilir bir olay olduğunu anlayarak işe başlayabiliriz. Kaza demediğimiz zaman otomobillerin şehir içinde yarattıkları tehlikeli durumlar karşısındaki kaderci bakış açımızı da değiştirmiş oluruz. Sadece kaza dememek yetmiyor. Çarpanın ya da çarpışanların ne olduğunu ifade ederken nesne tabanlı değil insan temelli bir dil kullanmak en doğrusu.
Örneğin “Otomobil bir yayaya çarptı.” demek yerine “Bir sürücü bir yayaya çarptı.” demek en doğrusu. Böylelikle sürücü ve yaya kelimeleri insan temelli yaklaşımın doğru özneleri olarak karşımıza çıkıyor. Çarpanın aklı ve iradesi olmayan bir otomobil değil, bir insan olduğunu anlamamızı sağlıyor. Bu noktadan sonra ancak toplum olarak şunu sorabiliriz, “Bu insan bu hatayı neden/nasıl yaptı?” Trafikte yaşanan olayların gerçek çözümü ancak bu yolla ortaya konulabilir.
Aynı zamanda kurban olanları suçlama dilinin de altını çizmek gerekiyor. Bir çarpma sonrasında, çarpmanın sebebi yerine neticelerinin daha hafif nasıl atlatılacağı konusunda kurbanı suçlarcasına yorum yapmak en kolayıdır. Bir sürücü yolun sağından hatta emniyet şeridinden giden bir bisikletliye arkadan çarptığında “Keşke biraz daha açık renkli kıyafetler giyseydi.” ya da “Keşke kask takmış olsaydı.” (Kask, bisikletlinin havaya uçup yere çakılmasını önleyecekmiş gibi) şeklinde yorumlar bu türden “kurban suçlayıcı” kelimelere örnektir.
Dilin bu şekilde düzelmesi, bizim trafikte yaşanan ölüm ve yaralanmaların bir halk sağlığı meselesi olduğunu anlamamıza önemli katkı sağlayacaktır. Evet, bu yaşanan ölümler ve yaralanmalar bir halk sağlığı sorunudur ve aynı hastalıklar gibi önceden gerekli tedbirler alınarak ya da kalıcı müdahaleler ile önlenebilir. Yollarda yaşanan çarpmalar, çarpışmalar ya da yoldan çıkmalar önlenemez, kader gibi ve yaşamın olağan parçaları değildir.
Dilin düşünceyi belirlediği yolundaki iddia antropolog dil bilimci Edward Sapir ve öğrencisi Lee Whorf’a dayanır. Dil, düşünceyi de biçimlendiren en önemli yeteneğimiz. Bu kuram aynı zamanda tam tersine de işleyebilmektedir. Yani düşüncemizi değiştirirsek dilimiz de değişir. Dilin bu noktada doğru kullanımını medya organları üzerinden irdelememin sebebi, bu dilin tek ağızdan çıkıp geniş kitlelere mal olması sebebiyledir. O sebeple gazetelerde yazılan veya televizyonlarda dillendirilen metinleri kaleme alanlara büyük sorumluluk düşmektedir.
“Dil, yaşayan bir şeydir ve ihtiyaçlarımıza göre dilimizi değiştirebiliriz. Trafikte yaşanan kayıpları azaltabilmek ve bisiklet üzerinde daha güvende olabilmek için bu sorgulamaya ihtiyacımız var.”
Bu mesleklere mensup kişiler, trafikte yaşanan kayıplar ve yaralanmalar sonrasında metin kaleme alırken daha dikkatli davranmalılar. Bu dili değiştirebilirsek bu kayıpları önleme konusundaki düşünme şeklimizi de değiştirmeye başlamış olacağız. Dil, yaşayan bir şeydir ve ihtiyaçlarımıza göre dilimizi değiştirebiliriz. Trafikte yaşanan kayıpları azaltabilmek ve bisiklet üzerinde daha güvende olabilmek için bu sorgulamaya ihtiyacımız var.
Bu sorgulama aynı zamanda başka farkındalıkları da beraberinde getirecektir. Sadece “kaza” kelimesi üzerinde durmayıp aslında her biri birer yazı konusu olan başka kısımlara da biraz değinmek gerekiyor.
Örneğin bu sayede toplum tarafından elde edilen bir farkındalık ya da uyanışla, otomobillerin topluma zararı üzerine düşünüp şehirlerin dışına itmek ihtiyacı doğabilir. Sadece havamızı kirletmiyorlar, canımıza kastediyorlar. Bu kanıksanmış hâli yıkmak gerek. “Otomobildir bu, çarpar.” anlayışı, elimizde hangi enstrüman varsa kullanıp yıkmamız gereken bir anlayış. Çünkü bu durum algılara yerleşmekle kalmamış yaşam pratiği haline gelmiş durumda. Düşünün, bisiklet ile ilerlediğinizde yayalar size hiçbir zaman onlara çarpabilecek ve zarar verecek bir araç muamelesi yapmaz.
Yaşam pratiği yok ve böyle bir tehlike hissedip kendini koruma ihtiyacı duymuyor ama otomobilden böyle bir şey geleceğinin bilincinde. Otomobilden en ilkel dürtüsüyle kaçıyor. Bu, buradan geçmesin de diyemiyor. Araçlarla kuşatılmış, durumu kanıksamış ve normalleştirmiş hâlde. Bu yanlış değil çünkü yaya, karşısında insan görüyor ve bisiklet çarptı diye ölen kaç kişi var?
Öte yandan bir tondan ağır otomobiller, onu kontrol eden insan olduğu halde neredeyse kutsal nesne sınıfında kutsiyet taşıyor. Kullanan insan, öldürdüğü insan ama suç ya ölende ya da sürende. Peki ya ortadaki otomobil? Onların şehir içindeki varlığı neden sorgulanmıyor? Bu dokunulmazlığı nasıl elde ettiler?
Dilin yanlış kullanımına dair medyaya görev düştüğünü söylerken konunun sadece ülkemize has değil; diğer ülkelerde de benzer olduğunu, Amerika’da kaleme alınan bir makale ile anlatmaya çalıştım. Buradan bu noktada evrensel bir tutum olduğu sonucu çıkabilir mi? Medyanın neden otomobilleri sorgulamadığını sorduğumuzda karşımıza otomotivin en büyük reklam veren sektör olduğu bilgisi çıkıyor. Yoksa medya bile bile evet mi diyor?
Noam Chomsky ve Edward Herman tarafından kaleme alınan “Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir?” (Kitle İletişim Araçlarının Ekonomi Politiği) adlı kitapta bu konu detaylı bir şekilde işleniyor. Oldukça eskiye dayanan ilişkiler ağını bir kalemde yıkıp yerle bir etmek elbette çok zor. Fakat bunun için aynı mecralar bisikletin mesajının verilmesi için kullanılabilir.
Bu noktada bisiklet firmalarının var olan bu duruma karşı algı üretemeyişi ve reklam kısırlığı ortaya çıkıyor. Bir otomobil firması işe bisikleti ile gidip gelen bir bisikletli üstünden, bisikletlilerin ter koktuğunu ve bunun tiksindirici olduğunu ima ederek tüketiciye “Bunu hak etmiyorsun.” diyebiliyor. Bugüne kadar otomobillerin şehirlerde düştüğü çaresiz durumları kullanarak reklam yapan bir tane bisiklet firması gördünüz mü? Bisiklet firmaları neden otomobillerin şehirlerdeki dokunulmazlığını sorgulayan ve sorgulatan reklamlar yapmıyor?
“Bisikletin önündeki engelleri kaldırabilmek için bisiklet yerine daha çok otomobil konuşmak gerekli.” derken aslında bahsetmek istediğim konular hep bu doğrultuda meseleler. Bisikletin önüne konulan engelleri anlayabilmek, bunlarla mücadele edebilmek ve yöntemler geliştirebilmek için bir bisiklet dergisinde otomobillerden konuşmaya devam edeceğiz. Çünkü bisikletliler olarak bizlerin de bütüncül olarak bu konularda yeterince bilinç sahibi olmadığımızı sıklıkla görüyoruz. Birlikte daha çok konuşmaya ihtiyacımız var.
Bu yazı daha önce Cyclist Türkiye Ocak 2020 sayısında yayınlanmıştır.